Feci'nin Blogu

25 Şubat 2024 Pazar

Bir Bibliyofil ile Sohbet

 

                             Bir Bibliyofil ile Sohbet



Hedef bir kitap okumak değil, okuyan birine dönüşmektir.” Marcus Aurelius

Evet okumak fiili kadar içinde uçsuz bucaksız alabildiğine sınırsız bir dünya barındıran bir kelime bulmak mümkün mü? Okumak insan beynimize bir şeyler iletmek demek. Kelimelerin gözlerimizden süzülerek beyin kıvrımlarımız arasında bazen çakılı bazen geçici ama illaki beyin hücrelerimizle iletişime girerek oradan ruhumuza, geçmişimize, geleceğimize, çevremize kısaca tüm benliğimize yayılan, bizi saran bir ışık gibi. Kelimelerin oluşturduğu bir ışık huzmesi bir aydınlanma. Her okuduğumuz şey kör bir noktayı aydınlatır. Ama az ama çok. Ama kalıcı ama geçici. Sonuçta okumak insan beyni için gereklidir.

Hiçbir harfi tanımadan masalların büyüsüne kapılan bir çocuğun kafasında yarattığı o erişilemez renklerin birbirine girdiği flu çizgilerle belirsiz hayal dünyası okumayı öğrendikten sonra daha da renklenir ve çizgiler belirginleşmeye ve gittikçe bağlantılar kurulmaya ve yeni yeni dolması gereken boşluklar açılmaya, yeni sorular sorulmaya yani beyin ve düşünce gücü ilerlemeye başlar. Hayal gücü de. Böyle bir okuma serüveni bu hayat yolculuğunda bizi büyütür ve güçlendirir. Ne yazık ki kitaplar ile tanışıklık bazen geç ve çoğu kerede güç olur. Geç ve güç olmasının faturasını da ne yazık ki ülkelerinin geri kalmışlığı ile toplumlar ve tabii ki bireye indirgeyecek olursak insanlar öder.

Okumak bir keyif midir? keyif ötesi bir tutku mudur? Bir zaruret midir? Bu üç kelimeyi birlikte kullanarak söyle cevaplayabilir miyiz acaba? Evet okumak zaruri ama bir o kadar da keyifli hatta keyif ötesi bir tutku bile olabilir.

Bu ilk satırda yazdığım Marcus Aurelius’un dediği okuyan biri nasıl olunura ilişkin merak ettiğim soruları çevremdeki kitapsever arkadaşlarımdan biri ile konuştuk. Fatih Şua Tapar. Bir hekim. Yılda 72-80 kitap okuduğunu söyledi. Bu sayı Türkiye ortalaması ile kıyaslanmayacak kadar yüksek. Ortalama ayda 6-7 kitap eder. Üstelik bu kitaplar hakkında kısa notlarını ve bazen de detaylı yorumlarını sosyal medya hesaplarından yayınlayarak kalıcı kılıyor.

               Soru: Bu okuma işini mesleğiniz le beraber yürütüyorsunuz ayrıca özel hayatınız ve sosyal hayatınız var. Bana bir okuma rutininizi anlatır mısınız? 

Cevap: Bu sayı çok görünüyor ama sanıldığı kadar fazla bir zaman istemiyor inanın. Size–aslında çok sevmediğim – bir değerlendirme yapayım. Normal okuma hızı dakikada 150 kelimedir.  Normal bir kitap sayfasında ise 200 – 250 arası kelime vardır. Bu sene okuduğum 72 kitabın toplam sayfa sayısı on altı bin civarında.  Yani matematiksel olarak hesaplarsak bu kitapları okumak için ortalama günde bir saatinizi okumaya ayırmanız yetiyor aslında. Tabii ki her kitabın okuma hızı farklı.  Şahsen sinema arşivim dışında hiç tv izlemiyorum. Bu süreyi ayırmak kendi adıma zor gelmiyor. Nereye gitsem yanımda bir ya da birkaç tane kitap olur. Bekleme zamanlarında açarım çıkarıp. Bütün bunları dikkate aldığımızda olmayacak bir şey değil.

                 Soru: Yazılı kitap mı, yoksa e- kitap mı veya dinleyerek mi (tercihiniz var mı?)

                Cevap: Sadece basılı kitap ama bu alandaki her türlü gelişmeyi destekliyorum. Zaman değişiyor çünkü. Bizim neslin basılı kitaptan kopması çok zor.

                 Soru: Hızlı okuma teknikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

                 Cevap: Fotografik okuma daha doğru bir tanımlama olabilir. Bu tekniği kullanıyorum ama nasıl oluyor, çok kısa anlatmaya çalışayım: Bir tablonun önündesiniz. Mesela bu İsa’nın Son Akşam yemeği tablosu olsun. Baktınız şöyle bir on dakika kadar. Şimdi siz bu tabloyu görmüş sayılır mısınız? Evet, değil mi? Şimdi tabloya bakmıyorken sorsak; masada sağdaki ikinci kişinin üstündeki elbise ne renkti, kaç kişinin elinde kadeh vardı, yere düşmüş bir şey görünüyordu neydi o, gibi. Bunlara cevap vermemiz çok da kolay değil. Fotografik okumada da sayfaya bakarsınız okumazsınız aslında. Ana fikri anlayacak kadar kelimeyi okursunuz gerisi kalır. Bütün kelimeler okunmaz. Okunmaz ama hız ölçerken onlar da sayılır. Benim düşüncem: kurgu kitaplar için bu yöntem olmaz. Kesinlikle olmaz. Çünkü onlarda kelime atlanmamalıdır. Her kelime önemlidir ama gazete köşe yazıları, araştırma, inceleme vb. kurgu olmayan düz metinler bu yöntemle okunabilir ve okuma hızı çok yüksek rakamlara çıkar.

                   Soru: Evet bu dedikleriniz çok önemli. Hızlı okuma teknikleri ile katmanlı romanlar ve felsefe gibi zor anlaşılan metinler okunmaz.  Peki mesela kurgu roman okurken sizin geliştirdiğiniz bir yöntem var mı?

                    Cevap: Kitapları altını çizerek okuyamıyorum, kütüphanemde kitaplar yeni gibi durur öyle. Ama alıntı yapılacak yerlere bir nokta sonra da sayfasını not ederim. Daha sonra kitap hakkında yazarken bunları kullanırım.

                    Soru: Aynı anda birden fazla kitap okuyanlar var. Sizin de böyle mi?

                   Cevap: Tabi ki. Farklı türler olmak kaydıyla çok da faydalı bana göre. Ben çok yaparım. Yedi kitaba kadar çıktığı olmuştur ama genellikle iki ve üç kitabı bir arada okuyorum.

     Soru: Okumak sizin için bir alışkanlık mı yoksa bir tutku mu?

                    Cevap: Elbette ki bir tutku. Zaman geçtikçe yanına yazma eylemi de eklendi. Ayrıca hayati ihtiyaçlar gibi oldu. Yemek, içmek uyumak neyse o da öyle.

                   Soru: Bu okuma alışkanlığınız ve hatta tutkunuz nasıl gelişti?

                    Cevap: Sanırım babamdan bulaştı. Daha okula başlamadan bir şekilde okumayı da sökmüşüm babamın dediğine göre. Onun kitaplarının sayfalarında benim yaptığım karalamalar var. Kitaplar hayatıma girmiş bir daha da çıkmamış. Kitapların seni bulunduğun yerden alıp farklı yerlere sürüklemesi bana büyüleyici gelmiştir hep.

                        Soru: Her türlü kitap mı okursunuz yoksa seçerek mi? 

                        Cevap: Elbette seçerek okunmalı. Zamanla zaten iyice seçici oluyorsunuz.  Kitaplara not veririm ve tabi arzum her kitabın 9’luk olması ama olmuyor tabi. Tür olarak yerli – yabancı ve kurgu – kurgu olmayan dengesini sağlamaya çalışıyorum. Bir sağlamaya çalıştığım denge de en az yarısının yeni bir yazar olması.

                          Soru: İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz? Kaç yaşında?

                          Cevap: Büyük ihtimal bir Kemalettin Tuğcu romanıydı ama hangisi bilmiyorum. On iki yaşımdan itibaren okuduğum her kitabı not ediyorum. Bir gazete köşe yazısı bunu yapmaya başlamam için vesile oldu ve hiç bırakmadım.

                       Soru: Bu yazıyı okuyan gençlere bu konuda nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?

                        Cevap: Yukarıda söylediğimi tekrarlayayım: Okumayı sürekli eylem haline getirsinler. Hep verdiğim öğüt şudur: Bizim ülkede nüfusa göre okunan kitap sayısı yılda bir bile değil. Dolayısıyla bir kitap bile okusanız ortalamayı geçiyorsunuz ama yılda on sayısı çok iyidir. Bu sizde bir tutkuya dönüşürse zaten zamanla artacaktır. “Şu anda ne okuyorsun?” sorusuna cevap veremeyeceğiniz bir zaman olmasın. Bunu yaparsanız sürekli okuma eylem durumu gerçekleşmiş olur. 

                      Evet bibliyofil arkadaşımın dediğini ben de okuma serüvenine başlamak isteyenler için tekrarlamak istiyorum: en azından ayda bir olmak üzere yılda on kitap okuyun ve “şu anda ne okuyorsun” sorusuna hep cevap verin.

                        Sevgili bibliyofil arkadaşıma bu sohbet için teşekkür ederim.

                                                                                        

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan

                                                                                                                   şubat - 2024


                     bu yazım 24 şubat 2024 de  Nokta Haber Yorum dijital  platformunda yayınlanmıştır.

                    https://noktahaberyorum.com/nhy-feride-cihangoktan.html

10 Ekim 2023 Salı

KURU OTLAR ÜSTÜNE


 

Bir baş yapıt

Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi filmi.

Çok beğeneceğinize eminim, herkes kendinden bir şey bulacaktır.

Bu ve bunun gibi cümlelerle tanıtıldı.

         Cannes’da bu filmle en iyi oyuncu olarak seçilen Merve Dizdar’ın parıltısı ve Nuri Bilge’nin başarılı sinema geçmişi ve tabii ki çok kuvvetli bir PİAR çalışması ile beklediğimiz film nihayet bu ay başında sinemalara geldi. Ve her yerde, yazılı ve görsel basında hakkında yazılıp çizilmeye başlandı. Haliyle bu sanatsal ve aynı zamanda popüler olan sanat olayına bir an önce gitmeli ve tartışmalara dahil olmalıydım. Koşuşturmayla geçen günlük hayatımızın neredeyse 5 saatini ayırarak Kuru Otlar Üstüne’yi seyretmek için yine koşturarak😅 sinemaya gittim (feda olsun)

Neyse film başladı. Önce kar altında bir taşra kesiti belirdi beyaz perdede. Bu unutulmuş uzak ıssız kasabaya biri gelir ve film başlar. Buraya kadar spoiler içermiyor. Çünkü bu klasik bir başlangıçtır. Filmi seyretmeyenler bundan sonrasını okumasınlar.😘.. Bu gelen yolcu mecburi hizmete gelen bir öğretmen.(Anadolu’nun taşrasına mecburiyetten görev icabı gelenler çok mümbit bir konu haliyle) Şimdi önemli olan filmden seyircinin ne beklediği? Neler olacağı? Bu mecburcu öğretmenin hayatında ve oradakilerin hayatında neler değişeceği ve tabii ki seyreden bizlerin sinemadan çıkıştaki duygu ve düşünceleri ne olacak? İlk sorunun cevabı: Seyirci bu filmden çok şey bekliyor. Beklenti büyükse tartışması da çok ve hatta bazen acımasız olacak haliyle. (Nitekim öyle oldu)🙄

Filmde ana karakterleri yazının başında söylediğim gibi oraya mecburen gelen bir öğretmen (Samet), oranın yerlisi bir başka öğretmen arkadaşı (Kenan)  ve  10 ekim 2015’Ankara tren garı patlamasında bacağını kaybetmiş  ve o kasabaya görevli gelmiş kadın öğretmen (NURAY). Ayrıca ilk okul 5. Sınıf öğrencisi Sevim. Film yardımcı oyuncularla birlikte bu kadro üzerinden devam ediyor.

Samet hem buranın yabancısı hem de kendine yabancı, bir adam. Bir an önce yarım yamalak da olsa görevini tamamlayıp İstanbul’a geri dönmek istiyor.  Oysa Nuray tam tersine hayatına sahip çıkmış hatta ideali uğruna  o meşum gün  Ankara Tren Garı katliamı 10 Ekim 2015'te bir bacağını kaybederek bedel ödemiş, işini görev sorumluluğu ile yapan aklı başında bir kadın. Kenan, oranın yerlisi bu çıkışsızlığı kabullenmiş kendi halinde biri. Ayrıca 12-13 yaşlarında oldukça bilmiş, kendini savunmasını bilen, itiraz eden ergenliğe geçmiş ya da geçmek üzere olan bir kız çocuğu. Bu dörtlü arasında geçen kişisel ilişkiler ve zeminde sosyoekonomik şartların hiç de iç açıcı ve umutlandırıcı olmayan örtüsü.  Ancak film akışı oldukça dağınık. Daha doğrusu filmin üstüne oturduğu ana bir hikâye yok bence. Aydın aymazlığı, sorumluluk bilinci, yabancılaşma, arkadaş ilişkilerindeki samimiyetsizlik, küçük yerlerin sıkıntısı, umutsuzluk vs. vs. Zaten filmin adı da Kuru Otlar Üstüne. Kuru otlar filmin sonunda anlatıcının tanımladığına göre yeşeremeden gelen yaz sıcağında kavrulan kuruyan otlar. Yeşeremeden, hayatının güzelliklerini göremeden, gençliğinin verimini yaşayamadan, yeni dönüşümler yapmadan öylece durduğu yerde yaşlanan edilgen ve ruhları da kurumuş insanlar. Daha doğrusu kaderlerine boyun eğmiş insanlar. Türk sinemasında sık gördüğümüz coğrafyalarına sıkışmış insanları anlatan bir film.  Bunu olaylar ile anlatmıyor daha çok diyaloglarla. Mesela bir yemek masası başında geçen Nuray ve Samet’in uzun cümleler ile geçen oldukça da didaktik ve neredeyse şablon sayılabilecek bir konuşma sahnesi var. Bence bu bir sinema dili değil.  Roman okur gibi dinliyoruz. Bazılarımızın hoşuna gidebilir ama sinema da maharet bu konuşulanları olaylarla mimiklerle ve basit konuşma cümleleri ve olaylarla ile seyirciye iletebilmek. Gerçi Nuri Bilge Ceylan diyalogları meşhur.

Film bittikten sonra neler hissettim?❓ İlk öce şunu söylemeliyim. Bir kez ara verilmesine rağmen 3,5 saat su gibi aktı gitti. Tabii ki görsellik muhteşemdi. Doğu’nun beyazı içinde değilseniz o kaya gibi sertleşmiş beyaz içinize buz gibi işlemiyorsa böyle fotoğraflardan veya ekrandan seyretmek harika bir duygu.✔ Oyuncuların hepsi çok iyiydi. Merve Dizdar, o son derece tabii doğal yüz hatları ve mimikleriyle, Cannes festivalinden birincilikle çıkmayı çoktan hak etmiş.  Samet’in tipini ve bakışlarını ilk gördüğümden itibaren daha filmin ne anlatacağını bilmediğim halde hiç sevmedim. Bu da evet, yönetmenin hanesine yazılacak bir başarı öyküsü. Çünkü  Samet’in  filmin devamında oldukça bencil, yakın arkadaşlarını inciten ve 13 yaşındaki öğrencisine pedofilik bir eğilim gösteren bir anti kahraman olduğunu anlıyoruz.

Filmden çıkınca ilk yorumum e fena değil ama abartıldığı kadar da değil oldu. Hani bazı filmler insanı çarpar ya. Bu öyle değil.

Ama bir de filmin hemen sonrası değil de başka bir sonrası var: Düşündüğümüz, tartıştığımız, başka kaynaklara baktığımız. (Bazı filmler çapmasa da düşündürür ve tartışmayı istersiniz) İşte bu aşamada filmi daha çok beğendim.

Yine de söylüyorum ki bir baş yapıt değil. Nuri Bilge Ceylan’ın da baş yapıtı değil.  

 

                                                                                                          

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan

                                                                                                                        10 Ekim 2023

4 Ekim 2023 Çarşamba

Önce Yakın Gözlük👓

 


Önce Yakın Gözlük👓


Biz vatandaş olarak en yakın çevremizle ilgilenip tepkilerimizi dile getirip hatta bunları kocaman harflerle söylemediğimiz taktirde genel sorunlarımız asla ve asla düzelmez. Sivil toplum bunun için önemli. Sivil toplum bilinçlenmek ve başkalarının da farkındalığını arttırmak demektir. Büyük işlerle değil önce minörlerle yani bize en yakın ve en bildiğimiz problemlerle uğraşmak gerekir ki vatandaşlık da budur zaten.

Bakın şimdi İzmirlinin çok ilgilenmesi gereken bir konu.(bildiğim bilmediğim bir çok konu var da ben bir tanesini yazayım şimdilik) İzmirli için özellikle en yakın çevre Mavişehir Bostanlı dolayısı ile Karşıyaka semti için çok önemli. Ege Park AVM hepimizin gözü önünde yıkılıyor. Hangi gerekçeyle dersiniz? Depreme dayanıksızlık gerekçesiyle. Ege Park  25 senelik, üç katlı ve alt yapısı da duyduğum kadar ile bu çevrenin en sağlam yapıda olan İzmir'in ilk AVMsi.. Geniş bir sahada kurulmuş ve yine teknik bilgilere göre sağlam bir kazık sistemi ile. Kısaca Bostanlı ve Mavişehir’de depreme dayanıksız yüzlerce bina varken bu binanın bu nedenle yıkılması inandırıcı değil. Daha da vahimi buranın Folkart’a satıldığı ve yerine gökdelen olacağı şüpheleri var.  Mavişehir’de  bu yumuşak zemine gökdelen  dikilecekmiş.. Söylenti. Gerçek nedir kimse bilmiyor. Yarın bir gün gökdelen inşaatı başlayabilir.😱

Aslında ne kadar garip değil mi? Kimse bir şey bilmiyor? İzmir okuma yazma oranının yüksek olduğu bir şehir. 25-30 yıllık bir AVM hepimizin gözü önünde yıkılıyor. Gerekçesi bir ilkokul çocuğuna söylenecek kadar inandırıcı.😅 Kim almış ,neden almış, buraya ne yapılacak? Kim müsaade etmiş? Depreme dayanıksızlık raporunu kim vermiş? Gerçekten öyle mi? Belediyenin buradaki görevi nedir? en azından görevi bırakın İzmirlileri Karşıyaka Mavişehir oturanlarını bilgilendirmesi gerekmez mi? Bakanlığın buradaki rolü nedir?

Sadece kazmalar ve yıkım faaliyetlerini görüyoruz. 25 yıllık iki katlı bina çatır çatır yıkılıyor. Toz toprak. İçindekiler apar topar kanun hükmü ile boşaltıldı zannedersem.

Bostanlı/ Mavişehirliler  nedenini hiç de iyiye yormadıkları bu duruma çok üzgünler. Ama işte üzgün olmakla bir şey olmuyor. Sorup soruşturmak kentimize sahip çıkmamız gerekir. Bir cadde üzerindeki bir ağacı keserken bile bölge insanını bilgilendiren ve onların onayını alan ülkeler gibi neden olamıyoruz acaba? Kimse bir şey anlatmıyor, kimse bir şey bilmiyor, sadece söylentiler var. Ama bizler hep üzülüyoruz. Ve böyle giderse üzülmeye devam edeceğiz ne yazık ki..

önce yakın gözlüklerimizi takmamız gerekiyor.
                                                                                                           Feride Cihan Göktan 
                                                                                                            ekim 4 / 2023   

17 Ağustos 2023 Perşembe

Ağustos Kadınları

 

Ağustos Kadınları

    Hayatı mevsimlere benzetiriz. “Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar,” derken şair  hayatın bir dönemini vurguluyor. “Ömrünün baharında” yine gençlik ile eşdeğer sık kullandığımız bir mevsim benzetmesidir. Tabiatın periyodik devinimi insanın doğumu ve ölümü arasındaki mucizevi değişikliklere paralel hatta eşdeğer mevsimler dediğimiz gerçekten mucizevi dönemleri içerir. İlkbaharda yağan yağmurlar ve yarı güneşli günler gençlik aşklarımız ve heyecanlarımızdır. Kışın soğuk sert rüzgarları şu karşıda oturan yaşlı teyzenin ölüm korkusudur.

    Yaşadığımız bu günler etrafınızdaki her şey deniziyle, güneşiyle ağustos ayının o olgun sıcaklığı ve yerli yerine oturmuş yaz dönemi cilveleri ile çevrilmiş durumda. Bu sıcak ağustos günlerini   sonbaharın geleceğini bilsek bile daha hissetmediğimiz ve kışı hiç ama hiç düşünmediğimiz bu günleri elli yaş kadınlarına benzetiyorum. Ağustos kadınlarıdır onlar.

    Sonbaharlarının hızlıca geleceğinden ve kışın oldukça sert geçeceğinden habersiz, sıcaklıklarının ve yaz dönemlerinin zirvesinde yaşıyorlar.ve sıcaklıktan bunalıyorlar ateş basması hormonları ile.

    Ağustos kadınları en olgun mevsim kadınlarıdır Aşkları, kocaları, geçmiş ilk gençlik tecrübeleri ve çocukları ile kısaca yaşama dair kadın tecrübeleri ile. Her olgun canlıda olduğu gibi çok hafif çürüyecek izlenimi alırsınız hala dipdiri ama 20
-30larındaki gibi olmayan ciltleri ve hafif gözaltı kırışıklıkları ve en önemlisi gözleri ile. Gözleri artık aptalca pırıl pırıl bakmaz. O bakışlar ağustos kadını bakışlarıdır Her şeyi anlamış, kabullenmiş biraz yorgun. Yani bakışları da biraz kırışmıştır gözaltları gibi.

Onlara biraz yaklaşırsanız ağustos böceklerinin bitmez tükenmez çaresiz umutsuz bağırışlarını duyarsınız hayata dair. 

                                                                                                                 14.8.2005 /Ceyda Göktan 

 Bu yazı    14.8.2005’te radikal 2 de yayınlanmıştır.  Nedense ismimi değiştirerek yazdığım ilk yazılarımdan biri… (yayınlanmazsa üzülmeyeyim diye aklımca bu önlemi almıştım.😂 Baktım ki yayınlıyorlar sonra ismimi kullanmaya başlamıştım. O yıllarda radikal 2 keyifle okunuyor ve editörleri de Nilgün Toptaş ve  Nazan Özcan. Beni hiç tanımadan bilmeden  ilk yazılarımı yayınladılar. onlara müteşekkirim. 💖🌹🙏

Radikal'in arşivi silindiği  için digital olarak yayınlayamıyorum. (sadece gazete fotoğrafı ile) 

                                                                                                     Feride  Cihan Göktan 

15 Ağustos 2023 Salı

(Gündelik Siyaset) Dışı Sorular

 (Gündelik Siyaset) Dışı Sorular

    Çok üzgünüm. Ama bu ülkede çocuklarımızı torunlarımızı bekleyen dünya sorunlarından bahsetmeye ve çözüm aramaya vakit yok.😢 Çünkü yöneticilerimiz hep seçim atmosferinde ve hep kavga halinde. Hep karşılıklı suçlamalar ve ne yazık ki içinden çıkılamayacak bir hale gelmiş iç meselelerimiz.  Akıllı CHP’liler ve akıllı AKP’liler veya akıllı diğer partili taraftarlar yok mu? Var.  Ama tabii ki hem akıllı hem dürüst olanlar sayıca çok azlar ve seslerini duyuramıyorlar.  O kadar çok gürültü var ki.😩

        Dün Habertürk’te tesadüfen diyorum (çünkü devamlı aynı şeyler konuşulduğundan artık dinlemiyorum) evet tesadüfen dinlediğim (Açık Ve Net isimli ) programda konuşmacılardan  gazeteci Faruk Aksoy lütfen lütfen dedi, bu önümüzdeki belediye seçimlerine seçim ekonomisini  karıştırmayalım. Bu  meselemiz artık siyasetin üstündedir, seçim ekonomisini karıştırırsak belimizi düzeltemeyeceğiz.😥 Diğer konuşmacı Prof. Zeynep Ökten de aynen şöyle cevap verdi: Çok haklısınız ve çok iyi niyetlisiniz ama biliyorum ki ve emin olun ki ekonomi siyasete karıştırılacak ve seçim ekonomisi yapılacak. Çünkü Türkiye’de her zaman her şey böyle.😠

         İkisi de akıllı.  Biri akıllı bir AKP taraftarı diğeri akıllı bir muhalif. Ben de şunu diyeyim ki bu ülkede siyaset yapmadan hiçbir konu konuşulamaz. Neden çünkü siyasetçiler sadece kendi menfaatleri için varlar menfaattarını korumak için de kavga ediyorlar ki seçilsinler. Seçilsinler ki maddi kazançlar elde etsinler. Milletvekili diye bir statü var biliyorsunuz. Hani milletin seçtiği diyorlar ya aslında genel başkanların seçtiği. Maaşları dün açık oturumda söylendiği kadarıyla 100 binin üzerindeymiş. (Ben 70.000 civarı biliyordum.)  Şimdi size soruyorum hangi profesyonel meslek sahibi bu parayı devletten maaş olarak alıyor hatta yarısını alıyor?  Milletvekilliği diye bir meslek var mıdır? Milletvekili emeklisi ne demektir? Emekli milletvekillerinin diplomatik pasaportları varmış (doğru mu bilmiyorum🙄) bu ne demektir? 40 yıl çalışmış bir hekim veya hâkimi veya öğretmeni (ki bunlar profesyonel mesleklerdir yıllar boyu çalışmak ve tecrübeyle elde edilir) bu paraları alamaz.  Milletvekilliği nedir,  KPPS si var mı yabancı dil sınavı mı var mı? Milletvekili olmak için hangi akademik çalışmalardan geçmişler öyle ya sosyoloji, felsefe, edebiyat ekonomi vs.  Bunları bilmesi gerekir. (Milletvekili olmak için en az lise mezunu olmak şartmış. Ay ortaokul olmasın🙃) Ayrıca emekli milletvekilliği nedir?   İşte bu sorulara cevap vermemek ve milletvekilli olarak yerini sağlamlaştırmak için iktidarı ile muhalefetiyle hep kavga ediyorlar. (belki de kavga ediyor görünüyorlar😘 ) Kimse de kalkıp bu soruları sormuyor? Gelişmiş zengin Batı Ülkelerinde milletvekili maaşlarını ve bizdekilere  sağlanan bu saltanatın onlarda nasıl olduğunu ve emekli milletvekillerinin bir emekli doktora veya emekli hâkime göre ne kadar aldıklarını merak ediyorum doğrusu. Onlar da emekli milletvekilliği diye bir şey var mı? Yoksa hepsi kendi mesleklerine mi dönüyor? Bunları merak ediyorum.

        İktidar yanlısı veya muhalefet yanlısı olabilirsiniz demokrasilerde bu böyle olur. Normal tabii ki. Ama lütfen akıllı ve dürüst olunuz. Siyaset üstü çok acayip bir dönemden geçiyoruz. Bu acayip dönemden bu çok zorlu ekonomik şartlardan geçme nedenimiz de bu gündelik siyaset.🤢  Akıllı uslu konuşulup tartışılmadan sadece kavga döğüş ile siyaset yapıldığı için. (Milletvekillerimiz şimdilerde tatil yapıyorlarmış. Aman ne güzel. Dinlensinler. )

        Gazeteci Faruk Aksoy’a ve Prof. Dr. Zeynep Ökten’e twitterdan teşekkür ettim.  Bu ekonomik darboğazdan geçerken gündelik siyaset yapmadıkları için.

                                                                                                                 Feride Cihan Göktan

                                                                                                                                 15.8.2023

                                                                                                                                

10 Ağustos 2023 Perşembe

Bir Film Hakkında (spoiler vermeden) / Amarcord

 

            Bir Film Hakkında (spoiler vermeden) / Amarcord 

Bazı filmler insana dokunur. Herkese farklı dokunur.  Bazen bir coşku, bazen derin bir hüzün bazen de tarifsiz bir şeyler hissedersiniz. Ve bunları yani hissettiklerinizi hemen bir yerlere not düşmek gerek bence. Çünkü film bittikten sonra (aynı şey kitap için de dinlediğiniz bir müzik için de geçerlidir) araya hayat girer ve artık dışarıya, dış dünyaya aitsinizdir. Oysa film seyrederken veya kitap okurken veya müzik dinlerken siz oldukça içeridesinizdir. Kendi içinizde. İşte kendi içinizde iken o an veya o anlar tüysü bir şeydir.  Bittikten sonra hayata döndükten sonra o karmaşada biraz önce hissettikleriniz uçar gider. An geçmiştir. Artık “anda” değilsiniz.

Amarcord’u seyrederken ve film bittiğinde hissettiklerimi hemen not ettim ki unutmayayım. Düşündükleriniz, gördükleriniz aklınızda kısmen kalıyor da hissettiklerinizin detayı kayboluyor.  Dediğim gibi tüysü bir şey.  Uçuşup gidiyor.

Amarcord. Şu meşhur film. Fellini’nin baş yapıtı. Başladım seyretmeye. Tabii ki büyük bir beklentim var. Kült bir film olduğunu biliyorum. Fellini sonuçta. İlk yirmi dakika geçti. Huzursuzlanmaya başladım. İçimden, nedir bu ya? ne anlatıyor, hiçbir devamlılık yok, bir konu yok, diye geçiriyorum. Böyle söylenirken bir yandan da acaba ben mi anlamıyorum diye kendimi de suçluyorum… Tabii ki seyretmeye devam edeceğim. Hiç bırakır mıyım? Neredeyse yarım saat geçti belki de daha fazla. Bir baktım ben filmin içindeyim. Filmdeki ailenin annesi Miranda hastalandı ve öldü. Sanki bu kadın yan komşum sevdiğim biri gibi çok üzüldüm. Tuhaf bir yakınlık hissi.  Neredeyse ağlayacağım. Allah Allah ne oluyor bana? Bu bir film ya dedim kendi kendime. Üstelik baş rol oyuncusu filan da değil.  Zaten filmde başrol oyuncusu yok. Herkes kendi hayatının başrol oyuncusu gibi. Ve film ortalarına doğru yaklaşırken hayatın kendisinin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz. O müthiş kaos.  Bildiğimiz ve yaşadığımız hayat. Sevinçleri, umutları, ergenlik krizleri, ilişkilerin çeşitliliği, aile ilişkileri ve tabii ki aldanışlar, hüzün ve ölüm …. Bütün bunlar hayallerle, rüyalarla birlikte anlatılmış. Masal gibi. Yani Fellini hayatı, o katı gerçekliğe fantastik ögeler de katarak anlatmış. Düşlerden arındırılmış, hayallerin tükendiği bir hayat zaten olmaz. Olamaz.

En güzeli de ne biliyor musunuz?

Film bitince içinizde bir sevinç, bir umut.  Böyle bir “an” yaşatması sanat eserinin vazgeçilemez olması demek bence.   

Film bitti ve hayatı kucaklamak için sevinçle dışarıya attım kendimi.

Deniz kenarında martılar uçuyor, insanlar koşuşturuyordu ve hayat tüm anlaşılmazlığı ile akıp gidiyordu.  

                                                                                                                 Feride Cihan Göktan

                                                                                                                   Ağustos 2023

Amarcord. 1973. Dramatik komedi. Yönetmen Federico Fellini 

 

22 Temmuz 2023 Cumartesi

TEKNO ROBOTİK BİR DÜNYAYA DOĞRU

                                                  TEKNO ROBOTİK BİR DÜNYAYA DOĞRU 


Teknolojinin artık durdurulamayan dev adımlarla ilerlemesi nedeniyle “yeni bir dünya” kuruluyor cümlesini daha sık duymaya başladık. Evet aslında bu yıllardır bugünkü kadar sık olmasa da duyduğumuz bir söz. Bir klişe. Evet yıllardır söyleniyor ne yapalım biz de klişe bir cevap veririz diyebilirsiniz. Yeni bir dünya kurulur biz de o yeni dünyada yerimizi alırız, gibi bir şey. Hayır, efendim o kadar kolay olmayacak. Bir kere insan ve insanlık yüzyıllardır üzerinde oturduğu bu güzelim dünyaya neler yaptı, hepimiz biliyoruz. Doğa katliamları, savaşlar, hesapsız hendesesiz nüfus çoğalması, açgözlülük. Ayrıca her yerlerde dev boyutlarda karbon ayak izleri bırakarak üstünde tepindik durduk ve hala umursamazca davranıyoruz. Sonuç haliyle vahim. Dünya nimetlerini oburcasına bitirdik. O da bizi artık istemiyor ve üstünden atacak. Kaliforniya’da sıcaklık 55 derece, İran yanıyor, İstanbul’da bile su alarmı verildi. Düşünebiliyor musunuz Alpler ’de kar kalmamış. Kyoto sözleşmesinde ön görülen dünya ısı artışının oldukça üstünde dönmeye başlayan bir dünya.  Böyle giderse diyeceğim ama o –se safhasını geçtik artık belli ki böyle devam edecek ve önü alınamayacak bir yola girdik gibi.  Bu dünya insanoğlunu tepesinden atacak. Şimdi bir geçiş dönemine kısmen girdik giriyoruz. Evet, yeni bir dünya kuruluyor, artık insanoğlu bu yenidünyanın tek sahibi olmayacak. Şimdi okurlar esprili olarak uzaylılar mı geliyor diyebilir. Onu bilemiyorum onlar da bir gün gelebilirler. Aslında uzaylı esprisini bir yana bırakırsak şimdi çoğumuz bu sorunun cevabını korkarak da olsa inanmıyor gibi görünsek de kabul bile etmesek de biliyoruz sanki. Yapay zekâ ve robotların hâkim olacağı tekno- robotik bir dünya kuruluyorArtık bu yeni kurulan dünyada insanoğlu hakimiyeti olamayacak. Algoritma hakimiyeti olacak. Veri çıktılarıyla işleyen bir dünya. İnsan hafızasına, kişisel deneyimlere falan ihtiyacı olmayan bir dünya. Bakın Türkiye’de bile (bile diyorum çünkü Türkiye gelişmiş ülkelere göre yapay zekâ kullanımının çok gerisinde), hukukta davaların çözümleri için yapay zekâ kullanmaya başlayacaklarının haberi var. Tıp Bilimlerinde zaten hızla kullanımı artıyor. Daha birçok alanda… İnsansız hava aracı savaşı hunharca yapıp üssüne dönüveriyor.

Yani kısaca tekno robotik bir dünyaya doğru evriliyoruz. Ve bu dünyayı ve nimetlerini har vurup harman savuran, iklim krizini yıllar önce gördüğü halde hiç umursamayan ve kendini dünyanın vazgeçilmezi gören zavallı insana haddini bildirecek yeni bir dünya kuruluyor.

Ve bizler ne yapıyoruz? Bütün bunların farkında olsak bile hala bildiğimiz gibi davranıyoruz. Karbon ayak izlerimize dönüp de hiç bakmadan saçmaya savurmaya yıkmaya devam ediyoruz. Aç gözlülüğe devam. Hiç kimse tekno robotik dünya için meslek seçimi konusunda yeni nesli ve ailelerini cılız söylentiler dışında uyarmıyor. Mesela apartman kapı görevlimiz… Adamcağız kıt kanaat geçindiği üç kuruş parasıyla iki kızını aklınca iyi bir meslek edinsinler diye, o paraya doymaz dershanelere ve özel İngilizce kurslarına yolluyor. Artık herkesin üniversite bitirmesine, lisan bilmesine gerek kalmadığını birilerinin söylemesi gerek. Ben geçenlerde hevesini de kırmadan söylemeye çalıştım ama yüzüme öyle şaşkın şaşkın baktı ki. Anlatamadım. Anlamadı. Meslekler değişecek. Beyaz yaka işler yavaştan yok olacak. Bakın chatgbt çıktı ve bu ilkel haliyle her şeye cevap vermeye çalışıyor ayrıca istediğiniz metinleri yazıyor. Tekrar ediyorum bunlar daha en ilkel hali.


Belki de insan olmayı gerçekten insan gibi olmayı bu tekno-robotik dünya bize öğretecek. Robot insanlarla bir başka deyişle insansı robotlarla iletişim kurarken anlayacağız gerçek bir insanla organik bir iletişim kurmanın ne kadar gerçek ve duygusal bir şey olduğunu. Baktığımız yapay bir resimde organik bir yeteneğin beceriksiz darbelerini özleyeceğiz veya bilimsel bir metnin belli ki hiç zahmetsiz hazırlanışının samimiyetsizliğini ve kusursuz donukluğunu.

Evet, insan olmanın ve bu mahvettiğimiz güzel dünyada insanca yaşamanın kıymetini belki anlayacağız ama sanki tren kaçtı gibi… Hâlâ yapacak bir şeyler var mıdır bilemiyorum.

Feride Cihan Göktan


bu yazım https://noktahaberyorum.com/tekno-robotik-bir-dunyaya-dogru-feride-cihan-goktan.html da 21 temmuz 2023'te yayınlanmıştır.