Feci'nin Blogu

13 Mayıs 2024 Pazartesi

Ben fesat mıyım? Söyleyin.


                   Ben  fesat mıyım?

Ya ben çok mu fesadım? Haksızlık mı ediyorum?  Bilmediğim bir şey mi var? Lütfen söyleyin. Valla kaç gündür çatlayacağım artık buraya yazmak zorundayım. Gerçekten fesatlık yapıyorsam veya yanlış biliyorsam beni uyarın da kendimle yüzleşeyim.🙄

Evet bugün Tasarruf Paketi açıklandı.  Güzel.  Hepsine eyvallah. “İtibardan tasarruf olmaz “diyen bir devlet aklına veya “devletin malı deniz yemeyen domuz” diyen bir vatandaş zihniyetine  tasarruf  edeceğiz demek devrimsel bir eylem.😂 Gerçi bu akıllı cümlenin dile getirilişi çok geç oldu gibi. insana sorarlar bugüne kadar aklınız neredeydi  diye? Önce bunu vurgulayayım. Yine de şükür.🙏

Şimdi  neden  ben fesat mıyım yoksa bilmediğim bir şey mi var diye sizlere sorduğumu yazayım. Evet son günlerde hatta neredeyse 7 / 8 aydır enflasyon gemi azıya almış gidiyor.👺 Hepimiz  bu canavarın pençesine düştük. Bazılarımızı yedi bitirdi. TV'de , gazetelerde herkes soruyor neden böyle olduk? Cevap hazır: Pandemi  ve deprem. Herkes hemfikir.  Tamam  pandemi 😥 bütün dünya ekonomisini  etkiledi. Ama en çok bizi. Bu bir gerçek. Burada  da bir problem yok. Çünkü gerçekten bizim ülkemiz pandemiden paçayı sıyırırken  bir de asrın felaketi  (tabii ki bu doğal felakette bir o kadar da  ahlaksal felaket vardı )  ile karşılaştı. Depremin boyutlarını etkileyen ahlaksal felaketi ve rant ekonomisini şimdilik geçelim). Okey. Bu da tamam . İyi de şimdi herkes politikacısından tut gazetecisine kadar muhalefet dahil hatta iktidar tarafından bile EYT’nin maliyetinden bahsediyorlar. İnanamıyorum.  Evet EYT’nin bu bütçeye maliyeti çok yüksek.(internet bilgilerine göre inanılmayacak kadar yüksek ) peki bu EYT ne zaman kanunlaştı?  2023  mart ayında. Yani o korkunç deprem felaketinden  sonra…Önce değil. sonra  Mecliste büyük çoğunlukla kabul edildi. Deprem inanılmaz yıkıcı olmuş. Dünyadan çeşitli yardımlar gelmiş. Büyük bir yıkım.  Pandemiden  çıkmışız zaten ülkenin gideri gelirinden fazla. Üstüne büyük bir felaket ve meclis bütçeye çok  büyük bir yük olacak EYT’yi çıkarıyor. Bu nasıl bir şey? Seçime gidecekler diye o milletvekili koltukları için  zaten  delinmiş hırpalanmış bütçe torbasına bir el daha ateş ediyorlar.

Gerçekten kimse kalkıp da şimdi EYT’nin maliyetinden bahsediyorsunuz bunu neden daha önce düşünmediniz ey buna destek verenler diye sormuyor? ❓ Deprem 2023 şubat 6 ‘da  EYT 2023 mart sonu..  şimdi bu  EYT’ye kimler evet dediyse  tek tek  hesap vermeli? Geri zekalı mı, Düşman mı? Yoksa  menfaat peşinde mi?  En olası olan tabii ki menfaattarı… o küçük hesapları. Milletvekili olacak ya.. Millet aç kalabilir o milletin vekili olsun hele..

tekrar ediyorum : hiç kimse bu EYT'yi  kimler onayladı? Meclisten nasıl geçti, diye sormuyor. Ben sıradan vatandaş olarak soruyorum şimdi? Kimler bu kanunu meclısten geçirdi? iktidarı ve muhalefetiyle... tek tek hesap vermeliler. 

Ya söyleyin şimdi ben fesat mıyım yoksa bilmediğim bir şey mi var? 

                                                                                                              feride cihan göktan 

                                                                                                             2024 / mayıs 

10 Mayıs 2024 Cuma

Neval Es Saddafi /Sıfır Noktasındaki Kadın (kitap tartışması)

 

Neval Es Saddafi  ve Sıfır Noktasındaki Kadın 

Kitap tartışması

Ve bu konunun yani kadının nasıl aşağılandığının Afrika gibi bir coğrafyada geçmesi bence de kurgunun gerçek ağırlıklı olmasını ve daha da ileri gidersem “gerçeğin kendisi” olmasını gerektirir.  O coğrafyalarda hepimiz biliyoruz ki kadın -erkek ilişkileri en çok kadın açısından sert ve acıtıcı. Yoksulluk cehalet ve din baskısı birlikte olunca çok fena ..😱  (En ileri toplumlarda bile görece daha iyi ama hala kadın açısından hep dezavantajlı) bunu hepimiz kabul ediyoruz değil mi? Kısaca Ataerkil bir dünyada yaşıyoruz.😥

Çok samimi bir sohbet olmuş. Önce söylemeliyim ki bu samimiyet bir fikrin veya bir kitabın tartışmasında çok önemli.🙏

Erkek arkadaşlarımızın kadın arkadaşlarımızdan yazarın sadece cinselliği ön plana çıkardığı konusunda farklı düşünmeleri bana çok doğal geldi. Evet zaten böyle olmalı... kadın cinsiyetinin insana ne kadar bela olduğunu biz kadınlar bebeklikten beri biliriz. Dediğim gibi özellikle yoksulluk cahillik ve din baskısı birlikteyse biliyorsunuz doğuda hastaya kaç çocuğun var derler sadece erkek çocukların sayısı söylenir. (Doğu hizmeti yapanlar bunu bilir) kız bebek doğunca baba eve gelmez.😥 Yas ilan edilir. Kız çocukları ve kadınların nasıl insan bile sayılmadıklarını biz hekimler çalışma ortamlarında doğrudan gördük. Ve bütün hayatların cinsellik üzerine / cinsel ayırımcılık üzerine konuşlandığını her gün gazetelerde, polikliniklerimizde, televizyonda görüyoruz.

Fatih toplantıda şöyle diyordu: Firdevs ezilmeye, İslamiyet’e, kapitalizme karşı çıkmıyor da sadece tek problem cinsellikmiş gibi….🙄

Peki ben şöyle desem: aslında Firdevs  cinselliği üzerine  kendi bildiği gibi hayatına meydan okurken ve hatta onun üzerinden para kazanmaya çalışması İslamiyet’e, kapitalizme, ezilmeye karşı çıkmak  değil mi? Mısır’da yaşayan annesi babası cahil yoksul ve çaresiz bir kadın nasıl karşı çıkabilir başka? Bu kadın bu şartlarda psikiyatrist olabilir mi?(Bunu da Alper’e söylüyorum.)🙃

Erkek arkadaşlarımız aslında bütün bunları eminim bizlerden daha iyi biliyorlar ama düşünsel olarak ve mantık olarak fikir yürütüyorlar işte bir kadın gibi hissetmedikleri için.  Oysa toplantıdaki kadın arkadaşlar   tam tersine ortak olarak Firdevs taraftarı olması rastlantı değil. sadece kadın gibi hissettikleri için. Bu dünya düzenini kadın veya erkek olarak  farklı duyumsamak çok normal.  Bizleri de erkek hissiyatından ayırt ediyor.

Düşünce olarak tabii ki onlar da bizim gibi düşünüyorlar ama bu sohbetteki çatışma kadınların bebeklikten itibaren hissettikleri o cinsiyet ayırımının acısı. En modern toplumlarda bile bu böyle.  Değil ki Mısır’da eski tarihlerde kadınların sünnet olduğu bir yerde.😥

Erkek arkadaşlarımız   düşünsel ve mantıksal olarak ve bu kadar kitap okumuş yazmış bir entelektüel olarak tabii kJ feministler.🙏  Ama işte bebeklikten itibaren hissetmek bunu içselleştirmek farklı bir şey. Duygusal bir fark aramızdaki. Erkek olmak ve kadın olmak farkı. O da çok normal zaten.

Kısaca ben de duygusal olarak Gönül ve Nilüfer’in tarafındayım.😀 Dolayısı ile Firdevs ve Neval es Saddafi tarafındayım. İyi ki bu dünyadan Neval Es Saddafi geçmiş. Kadınlar için mücadele etmiş. Yazdığı bu kitap edebiyat tadı bırakmasa da kadının mezalimi için çığlık atmış. Yeter. Yeter de artar bile.🙏 Kitaplar sadece edebiyat zevki almak için değildir.

Not. Tabii ki kadınlar, bu sohbete katılan okumuş yazmış ve vicdanlı erkek arkadaşlarımız ve benzerlerinin yardımıyla özgürleşecek. Ona şüphe yok.  

Aslında kadın her yönü ile özgürleştiğinde herkes özgürleşecek.🌹

                                                                                                                          Feride Cihan Göktan

7 Mayıs 2024 Salı

Eskişehir’de 2 Gün

             Eskişehir’de  2  Gün                

              Eskişehir.... Adı üzerinde çok eski bir şehir. MÖ 14.yüzyıl Hititler ile başlamış yolculuğuna. O kadar eski ve ama hep yenilenen. Pırıl pırıl tertemiz ve capcanlı renkleri ile hiç de yaşlanmamış gibi. Hiç kimse ona eski diyemez. Ancak eski.😲 Aynen Eskişehir yolculuğuna çıkan bizler gibi. Neredeyse antik dönemden kalma ama hep yenilenen ve yeni capcanlı arkadaşlıklarımız.  Şehir de ve yolcuları da eski ama hep genç.😍

Eskişehir demek yeşil renk demek sanki. Her yer yeşil. Yeşilin her tonu.🌳🌴 Yapraklarının hışırtısıyla aniden beliriveren yağmur damlaları yeşili daha da parlaklaştırıp hızlıca düşmeye başlayınca koşuşturan insanlara katıldık bizde. Yeşil zengini şehirlerde yağmur da genelde güzel yağar haliyle. Hem yeşil zengini hem korunmuş tarihi ile göz kamaştırıcı. Çok eskiden   ta Osmanlı’dan kalmış kocaman bir mahallesi ve evleri var mesela. Ve mükemmel korunmuş.🙏 Odunpazarı. Renk renk iki katlı küçük pencereli evler. Şimdiki gökdelenlerle karşılaştırıldığında ne kadar insancıl ve ruhumuza yakın. Bu eski muhteşemliğin içinde iki üç adım sonra sola doğru baktığınızda 

hayretler içinde kocaman modern bir mimariyle karşılaşma anı. Modern Müze. OMM olarak isimlendirilmiş. (Odunpazarı Modern Müze). Fotoğraf mı çeksem oturup uzun uzun baksam mı bilemedim. Tabii ki bu güzellikleri bellemek ve doyasıya hissetmek için zaman çok kısa. Sadece bu Odun Pazarı bölgesi ve müzesi için bir gün ayırmak gerek.

Porsuk Çayı ve çevresi ayrı bir alem. Orası da bir Avrupa’nın renkli şehirlerinden biri gibi. Venedik mi desem, Brugge(Bruj) mü desem? Ama biliyorum ki burası Türkiye. Harika bir görsellik. Gondollar, tekne, etrafta sıralanmış kafeler, yürüyüş parkurları ve çocuk neşesi…gerçekten çok güzel.

Eskişehir’de gördüğüm ve göremediğim    güzellikler daha çok tabii ki…Hele bir de mutfak var. Ben mutfağa pek meraklı olmadığımdan sadece çibörek yedim. Balaban köftesi varmış meşhur. Ve daha birçok. Tadanlar bilir. Çibörek de güzeldi valla. Üç taneyi zor yerim derken beş tane yemişim🙄.

Tabii ki bu kadar keyifli bir gezi için sadece şehrin güzelliği değil yolcuların da keyifli uyumu çok önemli. Hele eski arkadaşlıklar, o eski anılar da bu güzel şehre ve keyifli uyuma karışınca harika bir şey oluyor. Zaman denilen o hızlı tren sanki yavaşlıyor ve güzellikleri daha çok görüyor gibi oluyorsunuz💖

Eski arkadaşlarınızla Eskişehir’e gidiniz. Böylece zamanı yavaşlatın ve güzelleştirin derim.😀

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan 

                                7 mayıs 2024 

                                                                                                 not. yandaki fotoğraf  için kız kardeşim  renkleri ile oynanmış bunun, gerçek olamaz dedi....  ama gerçek😘

not 2. fotoğraflar:  Münevver Akıllı,  Güray Çokak ve Zerrin Öğretmen

not 3  çiğ börek mi çi börek mi? Eskişehir’e göç eden Kırım Türklerinin geleneksel aşı olan ve Tatar dilinde ’nefis, güzel’ anlamındaki ’çi’ adıyla yapılan börektir. ğ "kesinlikle" yok.







29 Nisan 2024 Pazartesi

                                                                      

 Yorgun Danslar

Yazı ilk olarak 29 Nisan 2007 tarihinde Radikal 2'de Yayınlanmıştır. 

Kemik kıvamımızı ölçen cihazın isminin "dansitometre" olduğunu çoğu okurun bildiğini sanıyorum. Dansitometre cihazı sayesinde  kemik kıvamının normal olup olmadığını veya kemiklerimizde bir yumuşama olup olmadığını kolayca anlaşılabilir ve uzmanları tarafından rapor edilir. Çok yaygın olarak kullanılan bu tetkikin yani "dansitometre" kelimesinin içindeki kemik kıvamımız ile doğrudan ilişkili gizli harfleri bulunuz diye başlarsam bu yazı hem ilginç hem eğlenceli bir hale gelebilir diye düşünüyorum. Dansitometre kelimesindeki gizlenmiş harflerden oluşan o muhteşem kelime, yani kemiklerinizin kıvamı ve sağlamlığı ile doğrudan ilişkin olan, gerçekten gizlenmiş şüphesi uyandıran bu harfler "d, a, n, s" birlikte okursak dans kelimesidir. Gerçekten müziğin o büyülü atmosferinde vücudumuzun bir bütün                olarak dahil olduğu toplam 206 kemiğin o muhteşem koordinasyonu ile oluşan dans etme fiili için kemiklerimizin uygun kıvamda olması gerekir. Bir başka deyişle eğer coşkuyla ve sevinçle dans ediyorsanız, dansitometreniz normal demektir. Bilimsel literatüre göre Afrikalılarda kemik yumuşamasına (osteoporoz) hemen hiç rastlanmaması Afrikalıların geleneksel dans şölenlerini hayatlarının rutini içerisinde ritüelleştirmeleri olabilir mi acaba? Ne kadar çok dans, o kadar az osteoporoz. Dans şölenleri ve tamtamlarının ritmi ile durmaksızın dans eden Afkrikalılarda kemik yumuşamasına (osteoporoza) az rastlanır olmasının nedenlerinden biri budur diye düşünüyorum.
Kıvam önemli
Dans etmek sağlam ve kıvamlı kemiklerinizle hayatın içinde olmak demektir. Hayatın içinde tam ortasında olanlar yaşama içgüdüsünün o büyülü ritmini duyanlar hayatla mücadelesini verirken, adına hayat denilen o bazen çok engebeli pistte gereken tüm figürleri osteoporotik olmayan o sağlam kıvamdaki kemikleri ve kemikçikleri ile yaparlar. Ta ki müzik yaşlanan kulak kemikçiklerde hafifler, danslar bedenlerde yorulur, işte o zaman yavaş yavaş kenara çekilmeye başlarlar. Osteoporotik kemikler dans edemezler ve hayatın ortasında değil kıyısındadırlar artık. 
Osteoporoz yavaşlamaktır, durmaktır ve giderek geri çekilmektir. Belki de dans eden yeni kemikler için dans pistini boşaltmaktır.
Dans etmeyi seviniz ve dans ediniz çünkü dans etmek sağlam kemiklerinizin habercisidir. Ve sağlam kemikleriniz ile ruhunuzun coşkusunu duyabilir ve sürdürebilirsiniz.
Dans etmek genç olmak ve olabilmektir..

Fotoğraf: Emin Ergen 
2016 Rio de Janeiro Yaz Olimpiyat Oyunları, Brezilya 
artistik jimnastik kategorisi 

not: Fotoyu bugün ekledim. 
Artistik Jimnastik bence dans ve sporun en estetik kombinasyonlarından biri .
Hayatımızdan dans ve spor eksilmesin.   



25 Şubat 2024 Pazar

Bir Bibliyofil ile Sohbet

 

                             Bir Bibliyofil ile Sohbet



Hedef bir kitap okumak değil, okuyan birine dönüşmektir.” Marcus Aurelius

Evet okumak fiili kadar içinde uçsuz bucaksız alabildiğine sınırsız bir dünya barındıran bir kelime bulmak mümkün mü? Okumak insan beynimize bir şeyler iletmek demek. Kelimelerin gözlerimizden süzülerek beyin kıvrımlarımız arasında bazen çakılı bazen geçici ama illaki beyin hücrelerimizle iletişime girerek oradan ruhumuza, geçmişimize, geleceğimize, çevremize kısaca tüm benliğimize yayılan, bizi saran bir ışık gibi. Kelimelerin oluşturduğu bir ışık huzmesi bir aydınlanma. Her okuduğumuz şey kör bir noktayı aydınlatır. Ama az ama çok. Ama kalıcı ama geçici. Sonuçta okumak insan beyni için gereklidir.

Hiçbir harfi tanımadan masalların büyüsüne kapılan bir çocuğun kafasında yarattığı o erişilemez renklerin birbirine girdiği flu çizgilerle belirsiz hayal dünyası okumayı öğrendikten sonra daha da renklenir ve çizgiler belirginleşmeye ve gittikçe bağlantılar kurulmaya ve yeni yeni dolması gereken boşluklar açılmaya, yeni sorular sorulmaya yani beyin ve düşünce gücü ilerlemeye başlar. Hayal gücü de. Böyle bir okuma serüveni bu hayat yolculuğunda bizi büyütür ve güçlendirir. Ne yazık ki kitaplar ile tanışıklık bazen geç ve çoğu kerede güç olur. Geç ve güç olmasının faturasını da ne yazık ki ülkelerinin geri kalmışlığı ile toplumlar ve tabii ki bireye indirgeyecek olursak insanlar öder.

Okumak bir keyif midir? keyif ötesi bir tutku mudur? Bir zaruret midir? Bu üç kelimeyi birlikte kullanarak söyle cevaplayabilir miyiz acaba? Evet okumak zaruri ama bir o kadar da keyifli hatta keyif ötesi bir tutku bile olabilir.

Bu ilk satırda yazdığım Marcus Aurelius’un dediği okuyan biri nasıl olunura ilişkin merak ettiğim soruları çevremdeki kitapsever arkadaşlarımdan biri ile konuştuk. Fatih Şua Tapar. Bir hekim. Yılda 72-80 kitap okuduğunu söyledi. Bu sayı Türkiye ortalaması ile kıyaslanmayacak kadar yüksek. Ortalama ayda 6-7 kitap eder. Üstelik bu kitaplar hakkında kısa notlarını ve bazen de detaylı yorumlarını sosyal medya hesaplarından yayınlayarak kalıcı kılıyor.

               Soru: Bu okuma işini mesleğiniz le beraber yürütüyorsunuz ayrıca özel hayatınız ve sosyal hayatınız var. Bana bir okuma rutininizi anlatır mısınız? 

Cevap: Bu sayı çok görünüyor ama sanıldığı kadar fazla bir zaman istemiyor inanın. Size–aslında çok sevmediğim – bir değerlendirme yapayım. Normal okuma hızı dakikada 150 kelimedir.  Normal bir kitap sayfasında ise 200 – 250 arası kelime vardır. Bu sene okuduğum 72 kitabın toplam sayfa sayısı on altı bin civarında.  Yani matematiksel olarak hesaplarsak bu kitapları okumak için ortalama günde bir saatinizi okumaya ayırmanız yetiyor aslında. Tabii ki her kitabın okuma hızı farklı.  Şahsen sinema arşivim dışında hiç tv izlemiyorum. Bu süreyi ayırmak kendi adıma zor gelmiyor. Nereye gitsem yanımda bir ya da birkaç tane kitap olur. Bekleme zamanlarında açarım çıkarıp. Bütün bunları dikkate aldığımızda olmayacak bir şey değil.

                 Soru: Yazılı kitap mı, yoksa e- kitap mı veya dinleyerek mi (tercihiniz var mı?)

                Cevap: Sadece basılı kitap ama bu alandaki her türlü gelişmeyi destekliyorum. Zaman değişiyor çünkü. Bizim neslin basılı kitaptan kopması çok zor.

                 Soru: Hızlı okuma teknikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

                 Cevap: Fotografik okuma daha doğru bir tanımlama olabilir. Bu tekniği kullanıyorum ama nasıl oluyor, çok kısa anlatmaya çalışayım: Bir tablonun önündesiniz. Mesela bu İsa’nın Son Akşam yemeği tablosu olsun. Baktınız şöyle bir on dakika kadar. Şimdi siz bu tabloyu görmüş sayılır mısınız? Evet, değil mi? Şimdi tabloya bakmıyorken sorsak; masada sağdaki ikinci kişinin üstündeki elbise ne renkti, kaç kişinin elinde kadeh vardı, yere düşmüş bir şey görünüyordu neydi o, gibi. Bunlara cevap vermemiz çok da kolay değil. Fotografik okumada da sayfaya bakarsınız okumazsınız aslında. Ana fikri anlayacak kadar kelimeyi okursunuz gerisi kalır. Bütün kelimeler okunmaz. Okunmaz ama hız ölçerken onlar da sayılır. Benim düşüncem: kurgu kitaplar için bu yöntem olmaz. Kesinlikle olmaz. Çünkü onlarda kelime atlanmamalıdır. Her kelime önemlidir ama gazete köşe yazıları, araştırma, inceleme vb. kurgu olmayan düz metinler bu yöntemle okunabilir ve okuma hızı çok yüksek rakamlara çıkar.

                   Soru: Evet bu dedikleriniz çok önemli. Hızlı okuma teknikleri ile katmanlı romanlar ve felsefe gibi zor anlaşılan metinler okunmaz.  Peki mesela kurgu roman okurken sizin geliştirdiğiniz bir yöntem var mı?

                    Cevap: Kitapları altını çizerek okuyamıyorum, kütüphanemde kitaplar yeni gibi durur öyle. Ama alıntı yapılacak yerlere bir nokta sonra da sayfasını not ederim. Daha sonra kitap hakkında yazarken bunları kullanırım.

                    Soru: Aynı anda birden fazla kitap okuyanlar var. Sizin de böyle mi?

                   Cevap: Tabi ki. Farklı türler olmak kaydıyla çok da faydalı bana göre. Ben çok yaparım. Yedi kitaba kadar çıktığı olmuştur ama genellikle iki ve üç kitabı bir arada okuyorum.

     Soru: Okumak sizin için bir alışkanlık mı yoksa bir tutku mu?

                    Cevap: Elbette ki bir tutku. Zaman geçtikçe yanına yazma eylemi de eklendi. Ayrıca hayati ihtiyaçlar gibi oldu. Yemek, içmek uyumak neyse o da öyle.

                   Soru: Bu okuma alışkanlığınız ve hatta tutkunuz nasıl gelişti?

                    Cevap: Sanırım babamdan bulaştı. Daha okula başlamadan bir şekilde okumayı da sökmüşüm babamın dediğine göre. Onun kitaplarının sayfalarında benim yaptığım karalamalar var. Kitaplar hayatıma girmiş bir daha da çıkmamış. Kitapların seni bulunduğun yerden alıp farklı yerlere sürüklemesi bana büyüleyici gelmiştir hep.

                        Soru: Her türlü kitap mı okursunuz yoksa seçerek mi? 

                        Cevap: Elbette seçerek okunmalı. Zamanla zaten iyice seçici oluyorsunuz.  Kitaplara not veririm ve tabi arzum her kitabın 9’luk olması ama olmuyor tabi. Tür olarak yerli – yabancı ve kurgu – kurgu olmayan dengesini sağlamaya çalışıyorum. Bir sağlamaya çalıştığım denge de en az yarısının yeni bir yazar olması.

                          Soru: İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz? Kaç yaşında?

                          Cevap: Büyük ihtimal bir Kemalettin Tuğcu romanıydı ama hangisi bilmiyorum. On iki yaşımdan itibaren okuduğum her kitabı not ediyorum. Bir gazete köşe yazısı bunu yapmaya başlamam için vesile oldu ve hiç bırakmadım.

                       Soru: Bu yazıyı okuyan gençlere bu konuda nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?

                        Cevap: Yukarıda söylediğimi tekrarlayayım: Okumayı sürekli eylem haline getirsinler. Hep verdiğim öğüt şudur: Bizim ülkede nüfusa göre okunan kitap sayısı yılda bir bile değil. Dolayısıyla bir kitap bile okusanız ortalamayı geçiyorsunuz ama yılda on sayısı çok iyidir. Bu sizde bir tutkuya dönüşürse zaten zamanla artacaktır. “Şu anda ne okuyorsun?” sorusuna cevap veremeyeceğiniz bir zaman olmasın. Bunu yaparsanız sürekli okuma eylem durumu gerçekleşmiş olur. 

                      Evet bibliyofil arkadaşımın dediğini ben de okuma serüvenine başlamak isteyenler için tekrarlamak istiyorum: en azından ayda bir olmak üzere yılda on kitap okuyun ve “şu anda ne okuyorsun” sorusuna hep cevap verin.

                        Sevgili bibliyofil arkadaşıma bu sohbet için teşekkür ederim.

                                                                                        

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan

                                                                                                                   şubat - 2024


                     bu yazım 24 şubat 2024 de  Nokta Haber Yorum dijital  platformunda yayınlanmıştır.

                    https://noktahaberyorum.com/nhy-feride-cihangoktan.html

10 Ekim 2023 Salı

KURU OTLAR ÜSTÜNE


 

Bir baş yapıt

Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi filmi.

Çok beğeneceğinize eminim, herkes kendinden bir şey bulacaktır.

Bu ve bunun gibi cümlelerle tanıtıldı.

         Cannes’da bu filmle en iyi oyuncu olarak seçilen Merve Dizdar’ın parıltısı ve Nuri Bilge’nin başarılı sinema geçmişi ve tabii ki çok kuvvetli bir PİAR çalışması ile beklediğimiz film nihayet bu ay başında sinemalara geldi. Ve her yerde, yazılı ve görsel basında hakkında yazılıp çizilmeye başlandı. Haliyle bu sanatsal ve aynı zamanda popüler olan sanat olayına bir an önce gitmeli ve tartışmalara dahil olmalıydım. Koşuşturmayla geçen günlük hayatımızın neredeyse 5 saatini ayırarak Kuru Otlar Üstüne’yi seyretmek için yine koşturarak😅 sinemaya gittim (feda olsun)

Neyse film başladı. Önce kar altında bir taşra kesiti belirdi beyaz perdede. Bu unutulmuş uzak ıssız kasabaya biri gelir ve film başlar. Buraya kadar spoiler içermiyor. Çünkü bu klasik bir başlangıçtır. Filmi seyretmeyenler bundan sonrasını okumasınlar.😘.. Bu gelen yolcu mecburi hizmete gelen bir öğretmen.(Anadolu’nun taşrasına mecburiyetten görev icabı gelenler çok mümbit bir konu haliyle) Şimdi önemli olan filmden seyircinin ne beklediği? Neler olacağı? Bu mecburcu öğretmenin hayatında ve oradakilerin hayatında neler değişeceği ve tabii ki seyreden bizlerin sinemadan çıkıştaki duygu ve düşünceleri ne olacak? İlk sorunun cevabı: Seyirci bu filmden çok şey bekliyor. Beklenti büyükse tartışması da çok ve hatta bazen acımasız olacak haliyle. (Nitekim öyle oldu)🙄

Filmde ana karakterleri yazının başında söylediğim gibi oraya mecburen gelen bir öğretmen (Samet), oranın yerlisi bir başka öğretmen arkadaşı (Kenan)  ve  10 ekim 2015’Ankara tren garı patlamasında bacağını kaybetmiş  ve o kasabaya görevli gelmiş kadın öğretmen (NURAY). Ayrıca ilk okul 5. Sınıf öğrencisi Sevim. Film yardımcı oyuncularla birlikte bu kadro üzerinden devam ediyor.

Samet hem buranın yabancısı hem de kendine yabancı, bir adam. Bir an önce yarım yamalak da olsa görevini tamamlayıp İstanbul’a geri dönmek istiyor.  Oysa Nuray tam tersine hayatına sahip çıkmış hatta ideali uğruna  o meşum gün  Ankara Tren Garı katliamı 10 Ekim 2015'te bir bacağını kaybederek bedel ödemiş, işini görev sorumluluğu ile yapan aklı başında bir kadın. Kenan, oranın yerlisi bu çıkışsızlığı kabullenmiş kendi halinde biri. Ayrıca 12-13 yaşlarında oldukça bilmiş, kendini savunmasını bilen, itiraz eden ergenliğe geçmiş ya da geçmek üzere olan bir kız çocuğu. Bu dörtlü arasında geçen kişisel ilişkiler ve zeminde sosyoekonomik şartların hiç de iç açıcı ve umutlandırıcı olmayan örtüsü.  Ancak film akışı oldukça dağınık. Daha doğrusu filmin üstüne oturduğu ana bir hikâye yok bence. Aydın aymazlığı, sorumluluk bilinci, yabancılaşma, arkadaş ilişkilerindeki samimiyetsizlik, küçük yerlerin sıkıntısı, umutsuzluk vs. vs. Zaten filmin adı da Kuru Otlar Üstüne. Kuru otlar filmin sonunda anlatıcının tanımladığına göre yeşeremeden gelen yaz sıcağında kavrulan kuruyan otlar. Yeşeremeden, hayatının güzelliklerini göremeden, gençliğinin verimini yaşayamadan, yeni dönüşümler yapmadan öylece durduğu yerde yaşlanan edilgen ve ruhları da kurumuş insanlar. Daha doğrusu kaderlerine boyun eğmiş insanlar. Türk sinemasında sık gördüğümüz coğrafyalarına sıkışmış insanları anlatan bir film.  Bunu olaylar ile anlatmıyor daha çok diyaloglarla. Mesela bir yemek masası başında geçen Nuray ve Samet’in uzun cümleler ile geçen oldukça da didaktik ve neredeyse şablon sayılabilecek bir konuşma sahnesi var. Bence bu bir sinema dili değil.  Roman okur gibi dinliyoruz. Bazılarımızın hoşuna gidebilir ama sinema da maharet bu konuşulanları olaylarla mimiklerle ve basit konuşma cümleleri ve olaylarla ile seyirciye iletebilmek. Gerçi Nuri Bilge Ceylan diyalogları meşhur.

Film bittikten sonra neler hissettim?❓ İlk öce şunu söylemeliyim. Bir kez ara verilmesine rağmen 3,5 saat su gibi aktı gitti. Tabii ki görsellik muhteşemdi. Doğu’nun beyazı içinde değilseniz o kaya gibi sertleşmiş beyaz içinize buz gibi işlemiyorsa böyle fotoğraflardan veya ekrandan seyretmek harika bir duygu.✔ Oyuncuların hepsi çok iyiydi. Merve Dizdar, o son derece tabii doğal yüz hatları ve mimikleriyle, Cannes festivalinden birincilikle çıkmayı çoktan hak etmiş.  Samet’in tipini ve bakışlarını ilk gördüğümden itibaren daha filmin ne anlatacağını bilmediğim halde hiç sevmedim. Bu da evet, yönetmenin hanesine yazılacak bir başarı öyküsü. Çünkü  Samet’in  filmin devamında oldukça bencil, yakın arkadaşlarını inciten ve 13 yaşındaki öğrencisine pedofilik bir eğilim gösteren bir anti kahraman olduğunu anlıyoruz.

Filmden çıkınca ilk yorumum e fena değil ama abartıldığı kadar da değil oldu. Hani bazı filmler insanı çarpar ya. Bu öyle değil.

Ama bir de filmin hemen sonrası değil de başka bir sonrası var: Düşündüğümüz, tartıştığımız, başka kaynaklara baktığımız. (Bazı filmler çapmasa da düşündürür ve tartışmayı istersiniz) İşte bu aşamada filmi daha çok beğendim.

Yine de söylüyorum ki bir baş yapıt değil. Nuri Bilge Ceylan’ın da baş yapıtı değil.  

 

                                                                                                          

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan

                                                                                                                        10 Ekim 2023

4 Ekim 2023 Çarşamba

Önce Yakın Gözlük👓

 


Önce Yakın Gözlük👓


Biz vatandaş olarak en yakın çevremizle ilgilenip tepkilerimizi dile getirip hatta bunları kocaman harflerle söylemediğimiz taktirde genel sorunlarımız asla ve asla düzelmez. Sivil toplum bunun için önemli. Sivil toplum bilinçlenmek ve başkalarının da farkındalığını arttırmak demektir. Büyük işlerle değil önce minörlerle yani bize en yakın ve en bildiğimiz problemlerle uğraşmak gerekir ki vatandaşlık da budur zaten.

Bakın şimdi İzmirlinin çok ilgilenmesi gereken bir konu.(bildiğim bilmediğim bir çok konu var da ben bir tanesini yazayım şimdilik) İzmirli için özellikle en yakın çevre Mavişehir Bostanlı dolayısı ile Karşıyaka semti için çok önemli. Ege Park AVM hepimizin gözü önünde yıkılıyor. Hangi gerekçeyle dersiniz? Depreme dayanıksızlık gerekçesiyle. Ege Park  25 senelik, üç katlı ve alt yapısı da duyduğum kadar ile bu çevrenin en sağlam yapıda olan İzmir'in ilk AVMsi.. Geniş bir sahada kurulmuş ve yine teknik bilgilere göre sağlam bir kazık sistemi ile. Kısaca Bostanlı ve Mavişehir’de depreme dayanıksız yüzlerce bina varken bu binanın bu nedenle yıkılması inandırıcı değil. Daha da vahimi buranın Folkart’a satıldığı ve yerine gökdelen olacağı şüpheleri var.  Mavişehir’de  bu yumuşak zemine gökdelen  dikilecekmiş.. Söylenti. Gerçek nedir kimse bilmiyor. Yarın bir gün gökdelen inşaatı başlayabilir.😱

Aslında ne kadar garip değil mi? Kimse bir şey bilmiyor? İzmir okuma yazma oranının yüksek olduğu bir şehir. 25-30 yıllık bir AVM hepimizin gözü önünde yıkılıyor. Gerekçesi bir ilkokul çocuğuna söylenecek kadar inandırıcı.😅 Kim almış ,neden almış, buraya ne yapılacak? Kim müsaade etmiş? Depreme dayanıksızlık raporunu kim vermiş? Gerçekten öyle mi? Belediyenin buradaki görevi nedir? en azından görevi bırakın İzmirlileri Karşıyaka Mavişehir oturanlarını bilgilendirmesi gerekmez mi? Bakanlığın buradaki rolü nedir?

Sadece kazmalar ve yıkım faaliyetlerini görüyoruz. 25 yıllık iki katlı bina çatır çatır yıkılıyor. Toz toprak. İçindekiler apar topar kanun hükmü ile boşaltıldı zannedersem.

Bostanlı/ Mavişehirliler  nedenini hiç de iyiye yormadıkları bu duruma çok üzgünler. Ama işte üzgün olmakla bir şey olmuyor. Sorup soruşturmak kentimize sahip çıkmamız gerekir. Bir cadde üzerindeki bir ağacı keserken bile bölge insanını bilgilendiren ve onların onayını alan ülkeler gibi neden olamıyoruz acaba? Kimse bir şey anlatmıyor, kimse bir şey bilmiyor, sadece söylentiler var. Ama bizler hep üzülüyoruz. Ve böyle giderse üzülmeye devam edeceğiz ne yazık ki..

önce yakın gözlüklerimizi takmamız gerekiyor.
                                                                                                           Feride Cihan Göktan 
                                                                                                            ekim 4 / 2023