Feci'nin Blogu

31 Ekim 2025 Cuma

Foça Selinde İki Cinayet.

 

Foça Selinde İki Cinayet.

Foça bir balıkçı kasabası diye tanımlanan bir sahil ilçesi. Yeni Foça, Foça’ya bağlı bir mahalle. Ancak devasa şehirleşmesiyle (nasıl bir şehirleşme ise!) “Foça’nın  mahallesi” tanımının çok ötesine geçmiş bir yerleşim yeri. Yine benzer şekilde Bağarası, Gerenköy gibi yakın zamana kadar nehirleri, ağaçları, çiçekleri ve tarihi kalıntıları ile gezginlerin uğrak yeri olan bu beldeler de artık katlanmış binalar ve tuhaf villalar ile dolu. Yol Eski Foça’ya ayrıldıktan sonra görüyorsunuz zaten bu mütevazı yol üzerindeki devasa şehirleşmeyi. Binlerce yıllık tarihin, Gediz Nehri’nin coşkulu dereleri ve nehir yollarının üzerinde bir rant kavgası alabildiğine devam ediyor. Bu kadar hızlı bir gelişmede zaten hesap kitap olmaz, olamaz. Geçmişe de bakılmıyor, geleceğe de… Önemli olan günü kurtarmak.

Bu sözüm ona gittikçe büyüyen ve yeni yerleşim yerleri ile iştahları kabartan bu küçük ilçede geçen hafta çok fena bir şey oldu. Saatte metrekareye 150 kilo yağış Foça’yı ve çevreyi yerle bir etti. Deniz ve dağ birleşti. Daha da kötüsü bir vatandaşımız taşan derede sürüklendi ve ne yazık ki cansız bedeni üç gün sonra bulundu. Bu çok üzücü ve son derece de yıkıcı, can yakıcı olayın yaraları sarılmaya çalışılırken bugün başka bir vatandaşımız İlkin Bozöyük’ün  sel sularının altında kalan bedeninin dayanamadığını ve hastanede vefat ettiğini öğrendik. Asla telafisi mümkün olmayacak yitip giden iki candan bahsediyoruz. Tabii ki bu vahim olayın yanında bitkiler, çiçekler, hayvanlar gibi her türlü canlı da telef oldu. Maddi zararları artık boş verin. Kısaca korkunç bir olay oldu. Şimdi bunların hesabını kim verecek?

. Bakarsanız herkes suçsuz. Hiç kimse üzerine suç almıyor. Devlet suçsuz o belediyeyi işaret ediyor. Belediye suçsuzum, elimden geleni yaptım, yardım istiyorum diyor. Vatandaş zaten her zamanki gibi suçsuz. Yaptığı tek şey ucuz bir siyasetle karşı partiyi suçlamak.. Hatta öyle ki sosyal medyada, oh olsun iyi oldu, diye bir ileti okudum.  Ancak şurası gerçek ki gittikçe artacak olan iklim krizi ve doğal felaketlere birbirimizi suçlayarak engel olamayız. Fırtına, sel, deprem, yangın hangi partidensin hangi millettensin veya kime oy verdin diye sormuyor. Üstelik hükümetler devlete ve millete hizmet için var.

Bir de sadece "geçmiş olsun, çok üzgünüm, Tanrı’nın takdiri" diyen hiç çözüm üretmeden kendi sorumluluğunu kabul etmeden kaderci Foçalılarımız var.

Şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerek. Yine böyle eğri konuşmaya böyle bükülüp takım tutar gibi taraf olursak başımıza daha çok şey gelecek. İktidar mı, muhalefet m? e peki biz vatandaşların, bizlerin hiç suçu yok mu? Belediye sahile sık aralıklarla çöp kovası koymuş. Her gün sahil boyunu ve çöp bidonlarını temizlemeye çalışıyorlar. Ama vatandaşlarımız sigarasını pipetini şisesini ne pisliği varsa hepsini sokağa veya plajın içine veya denize atıyor. Ayrıca ev sahibi olanlar da bahçelerine yer kazanmak için suyollarını değiştirmişler veya iptal etmişler veya bahçesine istediği gibi duvar örüyor.. Hiçbir denetim yok kural yok, ceza yok. Acayip plansız programsız bir şehirleşme. Eski Foça neyse ki sit alanı olduğundan en azından görünür bir yeni yapılaşma yok. Ama o küçücük yere yeni devasa binalar yapamadıklarının intikamını alır gibi Yeni Foça ve diğer beldelerde neredeyse gökdelenler yapılacak. (Bu ülkede Çevre ve İklim Bakanlığı var.(!)

İşte rant uğruna hunharca doğayı katledip dere yollarını değiştirip bazı göletleri kapatırsanız o da kendini ne yazık ki böyle savunur. Ne kadar engellerseniz engelleyin o su yine akar ve bildiği yolu bulur.

Bu küçücük yerleşim yerinde bu felaketin sorumlusu kim? Bu iki kişinin göz göre göre ölümü kader midir? Sadece bir doğa felaketi midir?  1.5 yıldan beri görevde olan belediye başkanını tek sorumlu olarak ilan etmek kolaycılıktır. Bu kolaycılıkla hiçbir sonuca varamayız.

Kısaca geçmişten bugüne herkes suçlu. Doğa bildiğini yapıyor ve yapacak.

                                                                                                     Feride Cihan Göktan

                                                                                                      Ekim Sonu/2025

                                                                                                        

 

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Yaz Rehaveti. İyi de Arkadaş Nereye Kadar?

 

                                                Yaz Rehaveti.  İyi de Arkadaş Nereye Kadar?

                  

 Hepimizin bildiği özellikle bizim ülkemiz gibi yaz sıcaklığının baskın olduğu coğrafyalarda “yaz rehaveti” diye bir kavram var. Rutin günlük hızın yavaşlaması. yavaşlama, sersemlik, tatlı bir yorgunluk sanki biraz da şaşkınlık hali. Fiziksel olarak damarlarımızın genişlediği gibi, sıcaklarda ruhumuz da esniyor. Bir ferahlık, bir boş vermişlik, bir akışa bırakma hali. Kıyafetler sere serpe, saçlar kendi bildiği gibi, ayak parmaklarımız, tırnaklarımıza kadar serbest. Hamakta sallanırken uyumak uyumamak arasındaki o loş alan içinde olmak. .İyi de arkadaş nereye kadar bu rehavet? Bu günlerde ayrıca her gün değişen sıcak gündem nedeni ile de oluşan toplumsal rehavet de yaz sıcağının üzerine eklendi. Üst üste gelen deprem, yangın, kadın cinayetleri gibi felaketler artık ülkemizde kanıksanan😥 sıradan olaylar gibi. İyi de Nereye kadar böyle devam edecek?

           2025 yazının koskocaman iki ayı habersiz geçti, Ağustos da geçmek üzere. Gördüğüm duyduğum duyumsadığım şeyler, sevindiklerim üzüldüklerim sanki o rehavetin içine sızamıyor. Yan komsunun bahçesinden gelen kadın kahkahalarına karışan okey taşlarının sesi rehaveti daha da kalınlaştırıyor sanki. Kalın bir rehavet bulutu üzerimizde.Yaz günleri hiçbir şey üretememek öyle aptal gibi oturup kendini yaz esintisine bırakmak. İyi de arkadaş nereye kadar? Gerçi en azından çok değerli ve oldukça da hacimli iki kitap okudum. İkisi de yıllar yıllar öncesinde yazılan aradan bir asır ve yarım asır geçtiği halde capcanlı duran iki büyük eser. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u ve Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i.. En azından bu iki klasiği okuduğum için biraz sevinçliyim.😊 Yaz rehavetini geçiştirmek için bu iki kitap hakkında naçizane bir şeyler karalar ve arkadaşlarımla karşılıklı paylaşırsak çok mutlu olacağım. Tabii ki bu sıcaklar daha çok bastırmazsa.

     2025 yazının son dilimine geldik gibi. Yaz geçiyor diye hem üzülüyor hem de bu rehavet, bu boş vermişlik bitecek diye seviniyorum. Acayip bir duygu.😲                                                                     

                                                                                                      Feride Cihan Göktan 

                                                                                                       2025 Ağustos                                                                                                                                                                                                                                                                                                        

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Van is One (başlık yüksek sesle okunacak)

                                                Van is One (lütfen başlığı yüksek sesle okuyunuz) 


    Van is one. Gerçekten Van bir tane. Dünyada bir tane. Ferit Melen hava alanına inerken rüzgar nedeniyle inen uçağın sarsıntısı Van’ı ve özellikle çevresini gezerken gördüklerimle devam etti. Hatta şu an gezinin üzerinden bir hafta geçtiği halde, halen bana ne oldu ya, nasıl şeylerdi o gördüklerim, diye düşünmeye devam ediyorum. Sarsıntı devam ediyor yani. 
     Şu yandaki haritada gördüğünüz göl ve  çevresini ve saparak devam eden Muradiye ve Doğu Beyazıt‘e kadar giden bir yolculuk. Beş günlük bu müthiş programı nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Asırlar önce Evliya Çelebi’nin havasına suyuna gölüne âşık olup me

thiyeler düzdüğü bu şehri, Yaşar Kemal’in o hülyalı bakışı ile şiirler yazdığı bu atmosferi naçizane ben nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Bir şehir düşünün ki içinde bütün bir dünya, her türlü coğrafya ve tarihin neredeyse sekizinci yüzyıla kadar dayanan katmanları, dinlerin, savaşların, mitolojinin hercümerç olduğu bir geçmiş ve bütün bu insanlık tarihine eşlik eden muhteşem bir doğa üzerine kurulmuş. Dağlar, yaylalar, ovalar, nehirler şelaleler, meralara yayılmış koyunlar, balıklar ve martılar, her türlü renk. Öyle ki yol alırken pencereden sağa mı sola mı nereye bakacağınızı şaşırıyor şaşkınlıkla gördüklerinizi sabitlemek için durmaksızın fotoğraf çekmeye başlıyorsunuz. Aklınızda kalmayacakmış endişesiyle. Oysa hepsi, bu muhteşem görüntüler zihninizde ne kadar karışırsa karışsın beyninize çakılacak gibi. 

     Ağrı Dağı. O muhteşem şey… “Şey” demek daha uygun gibi. O nasıl bir duruş! Açık mavi bir gökyüzünün altında salkım saçak etekleri ile oturmuş beyaz duvağı ile süzülen bir gelin gibi. Gözünüzü alamazsınız. Ama kaçırdığınız bir şey var bu arada. Yanındaki nedimesi. Küçük Ağrı… O da kraliçesinin yanında bütün sevimliliği ile öylece oturuyor. Onu görmezlikten gelmeyin lütfen. Gerçi uzun bir süre her ikisi de bir sağ tarafınızda bir sol tarafınızda bazen de ön camda üzerlerindeki bulutların yer yer şekil değiştirerek eşlik etmesiyle görünmeye devam ediyorlar.

           Doğu Beyazıt yolu üzerindeki Muradiye Şelalesi. Aman Allah’ım o ne? Beyaz köpükleri ile tonlarca suyu aniden binlerce kova ile yerçekiminin hızlandırdığı bir dikeylikte üstelik şakırtılı coşkulu bir sesle döküyorlar gibi. Derin yamaçları üzerindeki köprüsü ve çevresindeki yeşilin bütün tonları ile inanılmaz bir manzara içindesiniz. Başka bir şey düşünmenize imkân vermeyecek bir atmosfer. Bu manzara karşısında büyülenmiş gibi çayınızı yudumlarken bütün ruhunuz da o şelalede yıkanıyor gibi. 

 Van Gölü zaten herkesçe malum, göl kelimesinin hiç de uymadığı bir coğrafya. Van Gölü bir derya deniz. Uçaktan da baksanız, yerden de baksanız, sağdan da soldan da nereden bakarsanız bakınız bir derya deniz. Öbek öbek yeşilliklerle çevrelenmiş uçsuz bucaksız pürüzsüz bir turkuaz mavisi deniz ve yer yer yerleşim yerlerini sarmalayan uçsuz bucaksız pamuk pamuk bulutların ve heybetli dağların eşlik ettiği bir gökyüzü. Güzellikte birbirleri ile yarış edercesine çevresine sıralanmış Edremit, Gevaş, Ahlat, Adilcevaz. Gevaş’tan tekne ile Akdamar adasına gitmeden olmaz. Ada yedinci yüzyıla uzanan tarihi ile dimdik ayakta kalmış Akdamar kilisesinin ihtişamına ve geçmişinin büyüsüne kapılmamak elde değil. Akdamar adası efsanelerle, mitolojik öykülerle örülmüş bir ada ve bu güzelliğe yaraşacak hüzünlü bir romantik aşk hikâyesinin adı ile anılıyor. Ah Tamara! 



Ah ah! Neredeyse başka bir güzelliği unutuyordum. Beni çok etkileyenlerden bir başkası da Iğdır/ Tuzluca’da gördüğüm antik dönemlerden kalma kayalıklardan oluşmuş Tuz Mağarasıydı. Bu mağara zannedersem çok yakın bir tarihte gezip görmeye açıldığı için pek bilinmiyor. Çoğumuzun ismini yerini daha önce hiç duymadığımız bilmediğimiz aniden karşımıza çıkan inanılmaz ve anlatılamaz güzellikteki Tuz mağarası. Labirentler ve girdaplarla devam eden devasa kayalıklardan oluşmuş bir mağarada yarı loş ve buzsu bir sessizliğe karışarak akis uyandıran sufi bir müzikle birlikte bir hayal aleminde yürüyor gibisiniz. Aynen uykuda renkli bir rüyanın içindeymiş gibi. Bu mağaranın fotoğrafları bile başınızı döndürmeye yetecek gibi. Tek kelime ile inanılmaz. Zaman ve yer darlığından yazamadığım ve ayrıca inanıyorum ki daha görmediğim veya göremediğim bir sürü güzellik var. Aslında yazmanın ve  anlatmanın yetmediği sadece kendi gözlerinizle  görüp derinden hissedebileceğiniz bir coğrafya olarak tarif etmek belki daha doğru. Dünyanın en güzel yerlerinden birini görmek kısa bir süre olsa da bu güzelliği yaşamak için Van- Iğdır-Doğu Beyazıt coğrafyasını gezin. Hem de birkaç kere… 
 Van is one. 
                                                                                                          Feride Cihan Göktan
                                                                                                            mayıs 2025










2 Mayıs 2025 Cuma

Huu Komşi, Biz Geldik! Aç Kapıyı!

 

                                               Huu  Komşi,  Biz Geldik!  Aç Kapıyı!

Huu Komşi! Biz geldik . Aç kapıyı da girelim! Yolculuğumuz böyle başladı. Yıllardır kim bilir kaç yıldır, kaç yüzyıldır içlidışlı olduğumuz,  kimi zaman ilişkilerimizi gözden geçirdiğimiz kimi zaman birbirimize yardım ettiğimiz neredeyse et tırnak gibi olduğumuz kapı komşumuza bir grup arkadaşımla gittim.  Kapı kuleyi otobüsle geçmenin heyecanı… Bu kadar yakın ve neredeyse iç içe geçmiş kocaman katmanlı bir geçmişin üzerinde adına sınır denilen o uluslararası hukuk kurallarına göre çizilmiş siyasi hattan yürüyerek geçmek.  Hava yolu veya deniz yolu seyahatlerinde fark etmediğimiz o tuhaf  “sınır” duygusu.  Bu karmaşık sınır duygusu ile Bulgaristan’ a geçiyoruz. .

Kapıkule girişinden sonra güzergâhımız boyunca bizi nehirler, dağlar, kayalıklar, kıvrıntılı büküntülü yollar ve kilometrelerce devam eden yer yer henüz çiçeklenmemiş ağaçlar, atkestanesi ağaçları, meşe ağaçları takip etti.  Bir de ruhunuza inanılmaz bir enerji yükleyen uzun uzadıya devam eden bütün parıltısıyla serilmiş kanola tarlaları… İnanılmaz bir renk.  Parlak çimen yeşili mi desem,  topraktan fışkırmış deli bir sarı mı desem,  bilemiyorum.  Göz alıcı ışıklı sarı ve yeşil karışımı parıltılı bir renk hiç değişmeden uzun uzadıya devam ediyor.


Geliş yönümüze göre yukarıya Kuzeye doğru tırmanıyoruz…  Yine yollardaki büyünün devam ettiği görüntüler ve işte yine karşımızda müthiş bir manzara. Veliko Tırnova şehri. Yine tarih yüklü yine doğal manzaraları göz alıcı.  Daha da ileri Romanya sınırına doğru giderseniz Rusçuk.  Benzer motiflerle süslü Bulgaristan’ın başka bir şehri. Tuna nehrinin yanı başınızda uzandığını görmek de ayrı bir heyecan tabii ki… Yüzyıllardır dünya tarihine tanıklık etmiş ve aynen tarih gibi devamlı durmadan akan bir geçmişin ve geleceğin bir noktasındasınız şimdi. Tuna akıyor, zaman da akıyor.  Ben de işte o an o noktada oradaydım.🙂

Bulgaristan’da ilerlediğimiz bu rotada önce kuzeye ve yukarıya sonra hemen Karadeniz kıyısına doğru dönerek aşağıya doğru kıyı boyunca Varna ve Nessebar’a  ulaştık. Artık denizin kenarındayız. Karadeniz oldukça sakin ve masmavi gözümüzün önünde fütursuzca uzanıyor Sahil boyunca devam eden plajlar, ormanlar ve eğlence merkezleri.  Ayrıca tarihi kalıntılar, daracık sokaklar, nostaljik restore edilmiş ahşap evler… Çok renkli bir görüntü.⏳

Tabii ki Bulgaristan’ın en kuzeyine doğru tırmanmışken Romanya’ya kaçamak yapmadan olmaz. Sınır komşusu Köstence’ye de kısa süreliğine bir uğrayıp orayı da bir görelim. Köstence de Varna gibi Karadeniz kıyısına yerleşmiş  güzel bir kent. Karadeniz’in en büyük limanı. Denizin sakin uzanışı, martıların kanatlarını çırparak gemiler üzerinde seyirleri, büyük ve sakin sahil yolu ile ferah feza bir atmosferin içine düşüyorsunuz. Sahil şeridinin ve o devasa meydanının ortasında heykelleri, sütunları ve bütün haşmeti ile yerleşmiş kocaman bir mimari yapı.  Aziz Petrus ve Pavlus Katedrali. 19.yüzyıl sonlarına ait Art Nova mimarisiymiş. Bu dinginliğin içinde caddeleri, evleri ve eskinin zarif estetiği ile Köstence çok güzel bir Avrupa şehri.


Tüm güzergâhımıza tarih sinmiş gibiydi.  Milattan önceye uzanan bir geçmişin o bilinen ve bilinmeyen gizemi de içine yerleşmiş ve hiç de gençleştirilmemiş yüzü ile yaşlanmış ve biraz da yıpranmış şehirler. Ancak modernize olmamış bu olağan halleri ile çok güzeller.

Tabii ki geçmişin bu kadar derinliğine ve milattan öncesine uzanan bu kadim ülkeleri ve şehirleri dört gün gibi kısacık bir zaman diliminde ne kadar görebilir veya hissedebiliriz ki? Defalarca gelmek ve günlerce buralarda dolaşmakla belki kayda değer bir şeyler anlamak ve anlatmak mümkündür. Bu gördüklerimiz devede kulak sayılır bence.

Yalnız Bulgaristan ve Romanya’ya Türkiye’den bakışın ilginç bir tarafını da yazmadan bu metni bitiremeyeceğim!👓

Bu iki ülke caddeleri, evleri, yerleşimleri, vitrinleri, kılık kıyafetleri, kullandıkları arabaları ile o kadar mütevazı, o kadar mütevazı görünüyorlar ki biz Türkiye’den gidenlerin gözünde sanki fakir bir ülke görünümündeler.🤔 İnternetten baktığım kadarı ile asgari ücretleri Türkiye ile benzer. Ancak alım güçleri bizden çok farklı. Bizde Euro,  TL’nin neredeyse 45 katı iken, Bulgaristan’da bu fark sadece 2 İnsan ister istemez nasıl yani diyor?😲 Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmiş olmak mı bu avantajı getirdi yoksa bu mütevazı görünümü yani ayağını yorganına göre uzatması mı Avrupa Birliği’ne hazırladı, bilemiyorum.  Tabii ki başka faktörler de var ama bu fark çok dikkat çekici. ( Romanya’da da Euro, doların sadece 5 katı. Bizimle arasında yine kıyas kabul edilemeyecek kadar fark var) 

Özetle tekrar gidilesi yerler derim.

                                                                                                                            Feride Cihan Göktan

                                                                                                                                  Nisan 2025

 

 

30 Aralık 2024 Pazartesi

Bir fotoğraf / 2024 ve 2025, / Yani Hayat.

Bir fotoğraf / 2024 ve 2025, / Yani Hayat.2024 son günlerini yaşadığımız bu günlerde galiba dündü, sosyal medyada sevgili arkadaşım Dr. Emin Ergen’in bir fotoğrafını ve kendi tanımıyla “şiirimsi dizelerini” gördüm. Bilemiyorum nerede çekti, hangi sokak,  hangi ülke,  ne zaman ve bu yaşlı adamlar kimler? Ancak bu dokunaklı fotoğraf ve naif dizeleri bugünlerde çok düşündüğüm “zaman” üzerine kocaman bir çentik attı. Şiirimsi dizelerinde arkadaşım fotoğrafın altına şöyle yazmış: 

Sohbet ve ötesi                                                                    Muhabbet. Nokta.

Kendisi ne düşündü bu fotoğrafı çekerken ve bu satırları yazarken bilmiyorum. Ama benim hissettiğim bu fotoğraf ve dizeler ile birlikte  “zaman” kavramıydı.⏳  Geçip giden asla tutulamayan ve ancak bir anlığına bir makine ile sabitlenen  o an. ⏲  Arkadaşlarımız,  sohbetlerimiz.  Geçmişimizin, hayallerimizin karıştığı ve asla tutamadığımız o gürül gürül akan hayatın sadece bir saniyesinin sekiz binde biri. Rakamla da yazayım  %0,8…inanılmaz değil mi?  Şimdi o fotoğraftaki sohbette  üç tane birbirinden farklı akan bazen durgun bazen dalgalı fırtınalı o “zaman” ırmağı var. O sohbette birbirine karışıp belki de bir girdap oluşturuyorlar. Hayata dair. Ve duruşlarından ve yaşlarından ve yakınlaşmalarından da anlaşılacağı gibi sohbet ötesi derin bir tanışıklık ve sevgi  yani kısaca bir muhabbet var, Saçlarının beyazı ,vücutlarının deformasyonu ve birinin elindeki bastonla gittikçe  koyulaşan  bir  muhabbet. İşte o üç yaşlı adamın etrafında girdaplar yaparak akıp giden zaman bir fotoğrafla sadece “o an” için durdurulmuş.  Bakınca akıp giden zamanı görüyorum ben o fotoğrafta..

Arkadaşım  “şiirimsi” satırlarının sonunda nokta demiş. Nokta. Evet,  bu fotoğrafta akan zaman, bütün sohbetler, ilerleyen girdaplarla birbirine karışan muhabbetler akarken bir gün noktalanacak. Daha ötesi daha ötesi yok. Kısaca hayat.🧬

Geçip giden zaman.  2000 yılına girerken dünyanın o coşkusunu, hepimizin o sevincini hatırlıyor😃 musunuz? Üzerinden bir çeyrek yüzyıl geçti. Dönüp bakınca sanki orada elimizi uzatsak yakalayacağız gibi. Ama düşününce 25 yıl. 25 kere 365 gün geçmiş. Bu üç yaşlı adamın sohbetinde kim bilir kaç yılın kaç günün birikmişligi var. Gördükleri, yaşadıkları, düşündükleri…

Hayat her şeye rağmen  güzel…

Şimdilik 2024’e hep birlikte bir virgül koyduk.

Bütün arkadaşlarıma sohbeti ve muhabbeti çok olan bir 2025 yılı diliyorum.  

Hep birlikte sağlıkla, keyifle, barış içinde, virgüllerle  davam ederek yaşayalım.

Not. Bu fotoğraf için arkadaşımdan izin almadım. Çünkü bana düşündürdükleri ile bu fotoğraf artık benimdir.

                                                                                                                  Feride Cihan Göktan 
                                                                                                                30 aralık  2024

17 Aralık 2024 Salı

Bir film : Cevher ( The Substance )


 Bir film :  Cevher ( The Substance ) 

Bugünlerde çok konuşulan bir film: Cevher.(The Substance). Demi Moore başrol oyuncusu ve bütün inandırıcılığı ile çok başarılı. Yönetmen Coralie Fargeat (2024)

Ortak Görüş: Sonuna kadar izlemekte zorlanılması.  Ama yine de her şeye rağmen sonuna kadar gidilmesi. Şiddet içeriyor. Ellerinizi gözlerinin üzerine kapatarak parmaklarınızın arasından zorla bakarken aynı zamanda midenizde bulanıyor. İyi ki Mubi’de  seyrettim. Büyük perde de dayanamayabilirdim diye düşünüyorum. Bütün bu dediklerimle aslında bir film türünü tarif ediyorum. Body Horror (Beden şiddeti) İnsan vücuduna şiddet uygulayarak paramparça edilmesi, kan revan içinde sahneler vs. Bir korku türü.

Film neyi anlatıyor? Eril zihniyetle beslenen günümüz modern dünyasında metalaşan kadın bedeninin gençlik ve güzellik uğruna nasıl da şiddet gördüğü. Gençlik ve güzellik. İşte bütün mesele. Yaşlanmayacaksın.  Hep genç ve güzel kalacaksın dayatması. Yoksa git öl.😥 Başka bir çıkışın yok, diye bağıran yenidünya öğretisi. Bu emirle dönen endrürstri ve kocaman bir sektör. Birçok kurban.  Bu filmde kurban Demi Moore. Orta yaşına gelmiş ve bu nedenle parıltısı da sönmeye başlamış bir yıldız. Artık istenmiyor. Yeni genç yüzler gelmeli, yeni genç bedenler istiyoruz diyen o her şeyi yiyip tüketen ataerkil zihniyet. (Bu günümüz modern dünya zihniyeti çok dehşetengiz iğrenç yemek sahneleri ile metaforik olarak da canlandırılmış)

Bir iksir ( madde veya cevher enjeksiyonu) ile kadının bedeninden genç ve güzel başka bir bedenin çıkması. Fantastik bir klonlama gibi.( Bir bedende iki farklı bedenin oluşması)  Elizabeth (Demi Moore) ve Sue (Margaret Qualley Birbiri ile öldüresiye kavga eden aslında bir benliğin içindeki ikilik.  Gençlik ve yaşlılık. Tabii ki buradan birçok felsefi kavramlara veya mitolojik tanımlamalara gidebilirsiniz.(Freud, Jung, persona, dissosiatif kişilik vs. vs)  Konu derinlemesine kazılabilir yani. Gerçi film sadece günümüz dünyasının eril zihniyetinin kadınların fiziksel görüntülerine ilişkin nasıl baskı kurduğu üzerine işlenmiş. Tabii ki bu baskının duygusal uzantılarını da hissetmemek mümkün değil.  Kanlı ve irinli beden şiddetini izlerken, Elizabeth ve Sue’nun bedensel ve ruhsal parçalanmalarını ve o kaosun içinde tamamıyla yok oluşlarını seyrediyorsunuz. Bir yıldızın, kocaman parlak bir yıldızın toplumsal öğretinin baskısı ile kendini tamamıyla imha edişini.

Şiddet içerdiği için seyredilmesi konusunda çekimser düşünsem de bu filmi seyrettiğime yine de memnunum. Evet, zaten bütün bu anlatılanları biliyoruz. Doğaya karşı gelmenin genelde pek işe yaramadığını ve hatta filmdeki gibi felaketlerle sonuçlandığını. Fiziksel gençliğin zaten çok kolay gelir geçer bir şey olduğunu…  Hayatın anlamının filmde de söylendiği gibi bir denge olduğunu… Bütün bunları biliyoruz. Ancak bütün mesele dünya bu kadar koşar adımlarla yapaylığa ve sahte güzelliklere doğru doludizgin giderken insan psikolojisinin ve dolayısıyla insanlığın bu şizofrenik durumdan nasıl ve ne kadar korunabileceği?

Cevher ismi de filme çok yakışmış bence. Cevher aslında içimizdedir. Dışarıda aramayın. Cevher sizsiniz mesajı veriliyor. Yoksa gelişen teknoloji ve gittikçe yükselen bu gençlik ve ölümsüzlük istenci insanlığın sonu olabilir.

                                                                                                                             

                                                                                                      Feride Cihan Göktan

                                                                                                             Aralık 2024

9 Aralık 2024 Pazartesi

BABAM,EV ve YUMURTA KABUKLARI 🙄 🖤

 


Bütün Yumurtalar Kırılmış !

Babam, Ev ve Yumurta Kabukları… Çok ilgi çekici bir kitap ismi. Ayrıca yayınevinin çok bilinir (CAN Yayınları), üstelik yeni genç bir yazara ait ve çok okunan dijital ve dijital olmayan yayınlarda  hakkında da hep güzel şeyler söylenmiş.  E alıp okuyalım bakalım.😀 Zaten 3-4 saatte okunuyor. Okudum bitti. ✔ Ancak tam bir hayal kırıklığı.😥  Derme çatma yıkıldı yıkılacak bir kurgu.  Kahramanlar çizgi ile çizilmiş gibi… Ölüm döşeğinde bir baba ve ona bakmak için geri gelmiş bir genç kadın. Baba kız çatışması adına devamlı tekrarlanan üç beş nefret cümlesi.  Bir de araya herhalde ilgi çekmesi için lezbiyenlik yerleştirilmiş. O da oldukça kaba ve yüzeysel… Hiç olmamış.

Bugüne kadar okuduğum kitaplar hakkındaki yazılarımı hep beğeni duygularım ve hatta bazılarında kendimden geçerek hayranlıkla yazmaya çalıştım.  Tabii ki bu yazılar bir eleştirmen  yazsısı  filan değil.. Bu konuda ne gerektiği kadar bir birikimim ne de edebiyat üzerine bir akademik unvanım var. Sadece bir okur olarak beğenimi ifade etmeye çalışıyorum . Tutunduğum sadece samimiyet. Ki artık reklam, para ve güç döngüsündeki dünyada bu da çok önemli ne yazık ki!  Özellikle reklamı çok yapılan ve hakkında büyük cümleler söylenen kitaplara da ufak bir notla da olsa rastladığımda beğenmedim diye yazmak da gerekir diye düşünüyorum. Mademki sadece samimiyetime güvenerek yazıyorum.  En azından kendi bloğumda beğenmediğimi  yazabilirim.  

Tabii ki herkes yazsın hepimiz yazalım yazmak yazar olmak demek değil ama… Hele böyle afili ve edebi cümlelerle tanıtım yapılması😲 gerçekten yazar kumaşı olan ama bu kalabalıkta bir türlü görünür olamamış diğer yazarlara bir haksızlık. Bu reklam işlerinde en büyük haksızlık da  okura… Benim 3-4 saatime ne oldu şimdi?😡

Yazar olmak birine "yazar" demek kolay bir şey değil arkadaşlar. Her meslek gibi, çok emek ve üstelik bir de bir yetenek istiyor. Ve ayrıca bir de bu unvanı almak için zaman ve hatta zamanaşımı istiyor. Zor yani. Çok zor…

Bütün bunlar benim samimiyetle ifade ettiğim öznel düşüncelerim. 

                                                                                                               Feride Cihan Göktan 

                                                                                                                         Aralık 2024