Feci'nin Blogu

31 Aralık 2017 Pazar

GÜLE GÜLE 2017, İYİ YILLAR HEPİMİZE.





Hadi,  2017 ile birlikte bir  selfi çektirelim bu son gün. 2017 Dünya Selfisi. Gözyaşları içinde insanlar ve acılarla kıvranan bedenler, göçmen tekneleri, savaşın yıkıntıları arasında kalmış çocuklar ve bizlerin bütün bunlara tanık olmuş korkmuş ve endişeli yüzleri.  Asla renkli olamaz bu fotoğraf.  Siyah bir zeminde korkudan büyümüş gözlerimizin beyaz gölgeleri. Siyah beyaz bir 2017 selfisi.  Hiç kimsenin bakmak istemediği, hemen yırtmak veya tarihin derinliklerine gömmek istediği bir fotoğraf.  Hayat devam ediyor. 2017 fotoğrafını çöplüğe atıp,  çantalarımızdan eksik etmediğimiz UMUDU çıkarma vakti geldi yine. Her yeni yıl gibi. İyi şeyler olacak deme vakti. İYİ ŞEYLER OLACAK.
Dün, geçmiş yılın defolup gitmesi için son hazırlıklarını yapan cadde kalabalıklarından birinde, Alsancak Kıbrıs Şehitleri’nde rastladığım bir arkadaşımla birbirimize iyi yıllar diliyorduk tüm içtenliğimizle.  Bütün bu olan bitenlere rağmen.  Dayanamadım sordum.  Ya ne bu herkes, hepimiz hala umut ediyoruz. Dünya neredeyse dibine vurdu. Başını nereye çevirsen savaş, kin, açlık var. İnsanoğlu aptal mı bu kadar ya,  dedim. Umutsuz olmaz dedi. Son evre kanser hastalarını düşün. Yaşam mücadelesini nasıl veriyorlar; umut ederek.  Hayat başka türlü olmaz.
Çok haklıydı.  
           Çantalarımızda umut var hep. Ben hemen Pembe Gözlüğü’ mü çıkarıp taktım. Siz de hemen takın.  Güzel şeyler olacak. 2018 gelsin onu seviyoruz. İyi şeyler olsun. iyi şeyler görelim.
                2018’i pembe gözlüklerimiz  ve kahkahalarımız  ile karşılayalım her şeye rağmen.  Her şeye rağmen .
                                                                                                                       
                                                                                                                        Feride Cihan Göktan

                                                                                                                         31 Aralık  2017

17 Aralık 2017 Pazar

Modern İnsanın Kaçışı




                                                      MODERN İNSANIN KAÇIŞI


Kaçış planı yapmayan var mı? Başka bir şehir?  Başka bir ülke? Başka bir yaşam? Başka İnsanlar?  Bu şehir hayatlarının betonları, caddeleri ve trafiği içinde soluksuz koşturduğumuz hızlı hayatlarımızda, düşen borsa, yükselen Euro ile yarışın ve hırsın tükettiği ruhlarımız bir yerlerinden yırtıldıkça hep kaçma planları yaptırıyor aklımıza. Tekrar soruyorum kaçma planı yapmayan var mı?  En azından ara vermek bir başka dünyada nefes almak. O bir türlü dolduramadığımız içimizdeki boşluk hem de dışına çıkamadığımız hapishanemiz. Yani kendimiz. Hangimiz kaçış planı yapmadı ki? İşte  bu işi gerçekleştirenlerden biri ile konuşacağım. Bu modern dünya cehenneminde yaşarken bir yandan da kariyerini ve özel hayatını düzenlemeye çalışan gençlerden biri Meliha. Kendince 15 günlük bir kaçış planı yapmış. Adres Sri-Lanka .
 Bu röportajda ilk soru ne olabilir sizce:  Nerden çıktı bu fikir? Neden Sri- Lanka?(ben de öyle sordum ilk soruyu)
Nerden çıktı bu fikir? Neden Sri- Lanka?
M.A: Online İngilizce eğitimi alırken Londra’da yaşayan eğitmenimin ses tonundan ve vurgulamalarından son derece sakin biri olduğunu hissettim. Sakin ve dingin. Yani benim tam tersim. Heyecanlı endişeli ve hep huzursuz olan benim çok özendiğim bir şey. Bir gün dayanamadım sordum. Siz nasıl böyle sakin olabiliyorsunuz diye.  Meditasyon yapıyorum, ondan dedi.  Eskiden huzursuz endişeli ve çoğu kere mutsuz hissediyormuş kendisini. Kafa karışıklığı ve konsantre olamamak.  Sanki beni tarif ediyordu.  Sri Lanka’da aldığı meditasyon eğitimi sayesinde bütün bunlar geride kalmış. Kendime çare arayan ben de bu nedenle Sri-Lanka’ya gitmeye karar verdim. Hele bir şey söyledi ki, işte o an da gerçekten karar verdim gitmeye.
Ne dedi ki? Merak ettim şimdi.
M.A: Şöyle dedi: şimdi ne yapıyorsam bütün varlığımla oradayım. Yani tamamıyla odaklanma meselesi. Mesela şimdi seninle konuşuyorum ya… Evet,  şimdi gerçekten seninle konuşuyorum. Tam tamına böyle dedi. İşte bu iki cümle beni çok etkiledi. Gerçekten yaşadığın zamanın ve en önemlisi de o anın içinde olmak muhteşem bir şey olmalı diye düşündüm.  Evet, benim de esas problemim buydu. Zamanın ve yaşadığım anın hep dışında kalıyormuş gibiydim. Öyle hissediyordum. Hemen meditasyon eğitimi veren yerleri araştırdım. Avrupa’da bekleme sırası var. Eğitmenim Sri-Lanka’dakini çok methetti ve üstelik vize alımı kolay.( İnternetten vize aldım.) Sonuçta 9.30 saat süren Dubai aktarmalı uzun ve yorucu bir uçak yolculuğu.
Peki, Başkent Kolombo’ya vardınız. Sonra?
M.A.: Başkent Kolombo’ya vardığımızda gitmeyi planladığımız tren kaçmıştı. Neyse ki, kiraladığımız bir taksi ile meditasyon köyünün yakınlarındaki Kandy’e gittik. O bölgeyi güzelce bir gezip üç gün sonra Tuk-Tuk denilen üç tekerlekli üstü kapalı araç ile meditasyon merkezine doğru yola çıktık.
 
Peki sonra, meditasyon merkezine vardın, oldukça heyecanlı!
M.A:  İlk izlenim muhteşemdi. Sakin bir tepe ve inanılmaz bir manzara. Yeşilin her rengi ağaçların arasından süzülen ışıkla birlikte kesif bir yasemin kokusu. Filler ve Maymunlar ülkesi.Bir de gün batışı muhteşem. Cennet gibi derler ya aynen öyle. Ama kalacağım merkezin içini görünce… Küçük kirli ve küf kokan odalar. Tuvaletler pis. Duvarlarda karıncalar yürüyor. Çok kötüydü gerçekten. Yerlere çıplak ayakla basma zorunluluğu var. Telefonlarımızı da aldılar, telefonla konuşmak yok, birbirimizle konuşmak yasak. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen hiç tanımadığım yabancı insanlar… Geri döneyim dedim önce. İlk önceleri dayanılacak gibi değildi. Ama oraya kadar gitmişim. Kendime çare bulacaktım. Kalmalıydım. Israrla kalmaya karar verdim.

Eğitim kaç günlüktü? Dolayısı ile bu merkezde kaç gün kaldın?
            M.A: 10 gün. Günlük program inanılmaz zor. Herkes yapamaz. Gerçekten çok kararlı olmak lazım.  Saat 4 de uyanıyorsun.  4,5 ve 6.30 arası bir başlangıç meditasyonu sonra 6.30’da bol kalorili ağır bir kahvaltı.  Yine meditasyon.  Sonra saat 11’de yine ağır bir öğle yemeği. Sonra yemek yok artık.  Saat 21’e kadar devamlı uzun ve durgun bir programın içindesin. Bu arada sütlü çay ve biraz meyve. O kadar.
             
             Biraz bu meditasyon programından bahseder misin?
            M.A: Geniş bir salon var. Dünyanın çeşitli yerlerinden katılımcılar burada toplanıyor. İlk üç gün sadece gözlerini kapatıp nefesini burundan alıp vermeye odaklanıyorsun. İlk üç gün nefes alıp vermeye odaklandıktan sonra dudak üstü etrafında karıncalanma filan oluyor.  Karıncalanma ve kaşıntı. Bu tekniğin adı Anapana.  Bu teknik ile beyin küçük bir alana odaklanarak buradaki hisleri duymaya çalıştığı için keskinleşiyor. Dördüncü günden sonra Vipasana tekniği öğretilmeye başlanıyor. Buda’nın asıl tekniği buymuş. Vipasana  meditasyon. Bu deneyim sırasında artık tüm vücudunu santim santim gözlemliyorsun. Burada amaç her nefes alışında vücudunu hissetmek. Ruh ve beden bütünlüğü.
            Programın 6. gününde ağrını gözlemliyorsun.  Bunun için önce hareketsiz oturuyorsun. Günün saatine göre ve kişiye göre değişen bir ağrı başlıyor vücudunda.  Hareketsiz bir vücutta, hareket etmeyen bacaklarda, ortalama yarım veya bir saat sonra inanılmaz ağrılar başlıyor. Ağrıyı hissederken öyle bir noktaya geliyorsun ki ağrı artık seni rahatsız etmiyor öyle olunca da ağrı yavaş yavaş azalıyor. Bir başka söyleyişle ağrıyı gözlemliyorsun. İşte tekniğin bir diğer esas amacı da bu.
Yani nasıl oluyor bu, ben şimdi bir şey anlamadım. Ağrıyı gözlemlemek ne demek?  Bunun bir tekniği mi var?
              M.A. :Hiçbir şey yapmıyorsun.  Bu bir deneyim. Önce ağrının arttığını hissediyorsun artıyor artıyor ve dayanabildiğin noktadan sonra yavaşlıyor ve yavaşlıyor. Dolayısıyla ağrının kaybolduğunu gözlemliyorsun. Ağrıyı nesnelleştiriyorsun bir bakıma. Ona karşıdan bakmak gibi bir şey. Bu tekniğin özellikle migren tipi baş ağrılarına hatta kanser ağrılarına iyi geldiğini yazan literatür bilgileri var.
Evet, haklısın. Nefes aldığını duyumsamak ve vücudundaki bir ağrıyı gözlemleyerek azaldığını görmek. Bütün bunlar çok ilginç…
M.A: Tabii ki. Buradaki öğretinin amacı equaminist  bir insan olmayı öğrenmek. Yani dengeli, sakin ve gerçekçi. Hayatınıza istemediğiniz şekilde giden her olayı, hastalık, ağrı, depresyon vb. her şeyi olduğu gibi kabul etmeyi öğreniyorsunuz yani reel gerçekliği ile. Ağrıya katlanmak, o ağrı varken dengeli olmak, bunu öğretiyorlar. Herkes bunu yapabilir diyorlar. Özetlersek,  kötü şeyler yaşadığında abartmadan, acımadan olduğu gibi kabul etmek, iyi şeyler olduğunda da bunun geçici olduğunu bilmek. Kör bir şekilde bağlanmamak. Çok zenginseniz bunu kaybedebilirsiniz veya çok sağlıklıysanız da aynı şekilde. Ekuanimist bir kişiysen buna üzülmezsin. Böyle öğrenmeyi tek başına deneyimleyerek yapıyorsun. Yani  sadece bir  teknik  öğretiyorlar. Bu bir felsefe veya bir din değil. Yalnız başına acıyla, ağrıyla baş etme tekniği.
Peki, 10 gün sonra kendinde değişiklik hissettin mi? Bu değişiklik hali ne kadar sürecek? Biliyorsun modern hayatın karmaşasından kaçmak böyle bir on günlük eğitimle mümkün olabilir mi sence?
M.A: Evet, onların dediği de bu.  Bu eğitimden sonra bir yıl boyunca daha enerjik ve konsantrasyonunuzu yüksek hissedeceksiniz ve en önemlisi yaşadığınız anın içinde olacaksınız, Kendinizi kötü hissetmeniz eskiye göre daha az olacak, dediler. Gerçekten bu eğitimden sonra çok çok iyi hissediyorum kendimi.  Her nefes alışımı, burnumun her noktasında mentol almış gibi şiddetle ve serinlikle hissedebiliyorum şimdi ve bu bana yaşamın ne kadar mükemmel olduğunu hatırlatıyor.  Mümkünse her yıl tekrarlanması iyi olabilir, dediler.  Tabii ki günlük hayatınızın içine de en azından yarım saat meditasyonu yerleştirmelisiniz. Günlük meditasyon çok önemli.
Bir şey daha itiraf etmeliyim. Biliyor musunuz ben acayip kuşkucu ve çok materyalistimdir.  Meditasyon filan, böyle şeylere de hiç inanmazdım aslında. Ama ağrının başladığını dayanılmaz hale geldiğini ve sonra yavaşça geçtiğini defalarca deneyimledim. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama inanılmaz bir şey. Ağrına dışarıdan bakıyormuş gibi oluyorsun. . 

Sonuç olarak?
M.A. :Şartlar güçtü. Herkesin yapabileceği bir şey değil ama ben sonunda başardım ve şimdi mutluyum. İyi hissediyorum kendimi. Başka ne diyebilirim ki?


  İlgilenenler için iki adres verelim.            
              https://www.dhamma.org/tr/index
             https://youtu.be/q1A5eXotI6E

 

                                                               
   

29 Kasım 2017 Çarşamba

Günden Kalanlar/ Kitap Okuma Grubu Notları

Bugün(28/kasım 2017),   Nobel Edebiyat Ödülü(2017) alan   “Günden Kalanlar”  kitabının okuma toplantısına katıldım. Evet, kitap hakkında yazdığım yazı toplantı tarihi nedeni ile önceydi. Yani hiçbir etki altında kalmadan yazmıştım. Oysa bugün ne kadar çok etki altında kaldım, ne kadar çok farklı yorum vardı. Her okuyanda farklılaşan kitapların sihirli gücü… Aynı kitabı okuyup gelen neredeyse kırk kişiydik. Ancak orada olanın anlayacağı cinsten bir keyifle, sohbet neredeyse iki saate yakın sürdü. Bırakılsa sabaha kadar sürebilir. Bir kitap hakkında konuşurken,  hayata dair değişik tecrübe ve izlenimlerin bu konu çerçevesinde ortaya dökülüp saçılması ve herkesin kendine ait biricik duyguları ile harmanlanması hele böyle bir kitabın sohbetini çok keyifli kılıyor haliyle. Kazuo Ishiguro'nın romanı Günden Kalanlar tam böyle bir kitap. Hayatın ortasında. Herkesin kendinden veya en yakınlarındaki insanlardan bir şeyler  bulduğu ve kendi hakkında düşündüğü bir kitap… Şimdi Kitap Eki’ndeki yazımda söz verdiğim gibi bu toplantının katılımcıları Ishigura ve Günden Kalanlar hakkında neler söylediler size özet olarak aktarayım.
-Kitap çarpıcı, trajik ve insanı sersemletici.
- Felsefenin derin temalarından yola çıkarak yazılmış çok sade ve çok etkileyici bir kitap Özellikle ben diliyle yazılması anlatılanları daha etkili kılmış.
-Stevens (Romanın baş kahramanı olan Darlington Malikanesi’nin baş uşağı). Okuma grubumuz Stevens’ı sevenler ve sevmeyenler olarak ayrıldı.  Stevens’ı sevenler azınlıktaydı diyebilirim.  Onun görevine âşık olmasının önemli bir fazilet olduğunu, böyle bir işine adanmış bir hayatı sürdürmenin hiç de kolay olamadığı için ona saygı duyulması gerektiğini söylediler. Tam tersine hiç sevmeyenler ve çok tehlikeli bulanlar vardı. Bu kadar körlemesine hizmet etmesi nedeniyle aslında dolaylı olarak dünyaya kötülük yaptığını savundu bir kısım okur hatta çoğunluk. Ayrıca Stevens’a acıyanlar, ona üzülenler vardı.  Bir roman karakterin bu kadar zıt fikirlerle tartışılması romanın büyük bir başarısı bence.
             -Olay örgüsünde fonda Birinci Dünya Savaşı sonu. Versay Antlaşması. Nürnberg Mitingleri. Mussolini’nin kurduğu  Kara Gömlekliler adlı örgüt. Okurları  bütün bu tarihi yeniden okumaya teşvik etmesi de kitabın güzelliklerinden biri.
                -Stevens ve Kenton aşkı. Tabii ki çok konuşuldu. Çoğu arkadaşımız aralarında gerçek bir aşkın olduğunu ama Stevens’ın bunu ifade edemeyecek kadar kabuğunda olduğunu söyledi. Ben Stevens’in asla âşık olabilecek bir adam olmadığı konusunda halen ısrarlıyım. Duygularının o kalın kabuğu nedeniyle körelmiş veya zaten olmadığını düşünüyorum.  Romanın ana temalarından birinin bu kadar tartışmalı olması çok ilginç tabii ki… Yazarın farklı duyguları okura geçirme mahareti.
                - Romandaki baş uşak tanımlamasının aslında bir metafor olduğunu söyledi bir arkadaşımız... Hiçbir hak ve özgürlüğüne sahip çıkamayan, birçok şeyi gördüğü halde görmezden gelen, düşündüklerini söyleyemeyen çoğumuz gibi dedi.  Çağdaş bir bireyin ruh hali diyerek özetledi kitabın özünü. Hepimiz hak verdik ona.
                 - Günden Kalan (Remains of Days)  filmini seyredenler çoğunluktaydı. Romanın ruhunun Anthony Hopkins’in sıra dışı oyunculuğu ile perdeye başarılı olarak aktarıldığında hemfikirdik.



                   Bazı kitaplar çok tartışılır. Tartışıldıkça yeni ufuklar açılır, kendimize ait farkındalıklar artar. Kısa bir özet yazmak istedim konuştuklarımıza dair. Toplantının sonunda  çevirmen Şebnem Susam –Sareeva’ya, Yıldız Hoca'nın tarifi ile çapaksız ve akıcı çevirisi için hayranlığımızı belirttik. .  Bu kitabı kaçırmayın derim.

Görüntünün olası içeriği: 8 kişi, oturan insanlar ve iç mekan
Yakın Kitap Okuma Grubu/28 kasım 2017 

5 Kasım 2017 Pazar

üç hekimin intiharı

                                üç hekimin intiharı 
                               
Hiçbir şey olmamış gibi. Yine bir haftaya başladık. Aynen öncekiler gibi. Hastaneler dolup taşıyor, acil servis anonsları… Doktorlar hemşireler koridorlarda heyecanla koşuşturuyorlar. Her şey aynı gibi. Ama bir farkla.  İşte o yerleri temizleyen personel, paspasına takılan çatlakları fark edebiliyor . Hiçbir şey olmamış değil. Kocaman bir girdap oldu ve yarıklar… Üstünden geçerken takılabilirsiniz. Hatta kalbinizle hissedebilirsiniz içinden gelen sesleri.  Üç gencin artık bu dünyadan duyulmayan seslerini. Geçen haftaki anafordan bahsediyorum.  Hepimizin gözlerinin önünde, bütün sağlıkçıların, bütün siyasetçilerin ve bütün bir toplumun gözü önünde olan kocaman bir girdaptan. Aynı gün, aynı meslek, benzer  yaşlar ve aynı ülkede  üç insan birbirlerinden habersiz ortak bir kaderin kurbanı olarak bu dünyayı bilerek ve isteyerek terk ettiler. İntihar ettiler. Hani, böyle olumsuz olayları anlatmaya çoğu kere şöyle başlanır ya:  Üç pırıl pırıl pırıl genç,  diye. Gençlerin çoğu bu ülkede artık pırıl pırıl filan değil. Yıllardan beri ve gittikçe ağırlaşarak hissedilen bu neo liberal uygulamalar gençlerin üzerinden o pırıltıyı sildi süpürdü. Artık çoğu soluk, yılgın ve umutsuz. Her sektörde  bu böyle. Sağlıkta da… Bu yıllardan beri uygulanan sağlık politikaları nedeniyle bütün o gençlik parıltılarını zaten çoktan tüketmiş.  O üç genç de şimdi hiç renksizler. Karanlığa aitler artık.
Bu ülkenin en parlak en çalışkan öğrencileri 6 yıllık tıp eğitimleri sonunda diplomalarını alamıyorlar, biliyor musunuz? Bunu biliyor musunuz gerçekten? Diplomalarını alamadıkları için mecburen zorunlu hizmete gidiyorlar. Cebren yani. Bu cebren yapılan mecburi (!) hizmet sonrası da ne yazık ki güzel şeyler olmuyor.  Yine deli gibi çalışmaları lazım. Eğer o çok zor ancak onda birinin istediği bölüme girebildiği TUS sınavını geçerlerse dört veya beş yıl sürecek ihtisasa başlayacaklar… Sonra yine mecburi hizmet.  Yine  gün aşırı  nöbetler.  Mesela günde 100 hasta bakmak çoğu doktor için artık oldukça sıradan bir iş.   Hatta parça başı iş yapıyorlar bu robotlaştırılan doktorlar. Adı performans. Dinlenmeden uyumadan bakabildiğin kadar hasta bakmak üzerine. Bak da nasıl bakarsan bak da denilebilir bu sistemin adına. Çok iş, çok emek, mümkün olduğunca karşılığı azaltılan maddi ve manevi  ödeme politikası.. Robotlaştırılmaya çalışılan insan, ezilen un ufak olmuş insan ruhu,  her şeyin nesne haline dönüştüğü ilişkiler, yılgınlık, umutsuzluk, kendini değersiz hissetme…
Türkiye’nin en yüksek puanlar ile üniversiteye girmiş gençlerinin sonunda geldiği durum bu: bu dünyadan bıkmış uykusuz yüzleri ve soğumuş ruhları ile aramızda gezen solgun renkli hekimler.. Literatür ismini koymuş: Tükenmişlik Sendromu diyor bu duruma. Orijinal ismi Burnout. Yanma. İş yaşamının ruhu ve bedeni yakması.  Alevler içinde kalma.  Bu yangına odun taşıyan kocaman bir sosyo-ekonomik sistem.  Cılız haykırışlar, karşı gelmeler ve işte bazen böyle aynı anda üç genci birden içine alan anaforlar.
Hayat devam eder. Hastane koridorları yine tıklım tıklım tıklım dolu. Acil servislerde hastalar bekliyor yine. Uykusuz genç bir doktor sırada bekleyen 70. Hastasını alacak biraz sonra. Hayat devam eder dedik ama asla aynı değil. Bir fırtınadan bir depremden veya bir girdaptan sonra aynı olamaz. Asla… Bu sistem içindeki herkes, hepimiz, hep birlikte biraz daha kırılarak, biraz daha farkında olarak, en kötüsü de biraz daha ölerek hayat devam eder.
Yeni Türkü’nün şarkısı ile bitirmek istiyorum:
Çocuklardık parlak yıldızlardık bir zaman

https://www.youtube.com/watch?v=MmYeaYB1ScE


                                                                                                     
                                                                                                                    Feride Cihan Göktan

6 Eylül 2017 Çarşamba

bir fotoğraf

                                                                   
                                                               



Bir devlet, bir toplum, bir insan, bir ilişki aynen böyle çatırdayabilir, paramparça olabilir. Bütün yaşanmışlıklar, bütün hayaller, bütün sahip olunanlar hepsi ama hepsi aynen böyle evet aynen böyle yerle bir olabilir. Oysa sonuna kadar direnmek  lazım, savaşmak lazım. Yoksa her yıkım bir buldozer çabukluğunda… Aynen böyle…

Bu fotoğraf Bostanlı’da  çekilmiştir. 

4 Eylül 2017 Pazartesi

MAMOGRAFİ KADIN İÇİN HAYATİ


                                                     

                              MAMOGRAFİ HAKKINDA 

          Face grubumda son bir hafta  mamografi aleyhine ve lehine paylaşımlar yapılmaktadır. Bu paylaşımlara lehte veya aleyhte yorumlar yazılmakta.  Ben tabii ki mamografi lehine olması gereken taraftayım. Çünkü bu işin  profesyonel tanıklarından biriyim.

       Mamografi önemlidir mutlaka 40 yaşından sonra yılda bir, en geç iki yılda bir öncekilerle karşılaştırılarak  yapılmalıdır. Nokta .

         Mamografi çok ciddi bir inceleme yöntemidir. (her tıbbi inceleme yöntemi gibi)  Bu konuda deneyimli bir radyolog ve kaliteli cihaz gerektirir. İkinci NOKTA.
       
         Günde 70/80 hastanın bakıldığı adına performans denilen bir sağlık sisteminde ciddi olarak yapılması çoğu zaman mümkün değildir. Bu nedenle önemi ve ciddiyeti bu sistem içerisinde azalmaktadır. Yani burada problem mamografinin kendisinde değil uygulanan sağlık sistemindedir. Üçüncü Nokta

         Aşağıdaki yazıyı 2005 yılında Radikal gazetesine aynı gazetede  dehşetle okuduğum mamografi aleyhine yazılmış bir yazı üzerine yazıp yollamıştım.Yıl 2017...Tanı yöntemleri çok gelişti. Gelişti kelimesi hafif kalıyor uçtu demek daha doğru sanki. Tabii ki şimdi çok daha farklı yöntemler yardımcı bu konuda. Ama mamografi hala çok çok önemli. Bütün problem bu konuda ehil ekip ve ekipmanlar.

         2005 YILINDA YAZDIĞIM YAZI

         

'Mamografi' kadın için hayati


Radikal'in 15 Mayıs 2005 tarihli pazar ekinde yayımlanan 'Neden mamografi değil?' başlıklı yazıyı şaşkınlıkla karışık hayret içinde okudum. (devamı)


            http://www.radikal.com.tr/yorum/mamografi-kadin-icin-hayati-747050/http://www.radikal.com.tr/yorum/mamografi-kadin-icin-hayati-747050/

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Aşk Cinayetleri ve olası nedenlerinden biri



2006 yılında Radikal 2 'ye Mümtaz Sevinç cinayeti üzerine yazmışım. Tiyatrocu Mümtaz Sevinç aşk cinayeti kurbanı olmuştu. Dün geceki Vatan Şaşmaz olayı da benzer sayılır. Yine bir aşk macerası ve cinayeti. Taraflardan birinin psikopat agresiv ruh durumu ve geçmişe saplantısı. Vazgeçememesi. Normal olan ikili ilişkilerde  işler düzgün gitmediğinde ayrılmak yerine patolojik bir sonla, ilişkinin cinayet veya intiharla sonlanması. Çok üzücü ve çok ürkütücü.

Aşağıdaki yazıyı yukarıda dediğim gibi 2006 da Mümtaz Sevinç'in terk ettiği sevgilisi tarafından bıçaklanarak vurulması üzerine 14 subat 2006 'da Radikal 2'ye sevgililer günü nedeni ile yazmışım. Dün gece TV den öğrendiğim Vatan Şaşmaz olayı üzerine bu yazıyı  tekrar yayınlayayım dedim.
Aşk karmaşık , aşk cinayetleri  daha karmaşık bir konu gerçekten. 


                     14 Şubat ve eks sevgililer


İnsanlar yalnız doğar ve yalnız ölürler... Oysa yaşam serüvenini yalnız geçirmek, "yalnızlık Allah'a mahsustur" gibi çok bilinen özlü sözlerimizde belirtildiği gibi, genelde tercih edilmez. İkili yakın ilişkilere, hem doğa güçleri ve hem de toplumsal güçler nedeni ile programlanmış insanoğlu ortalama 70 yıllık serüveninde çoklu deneyimler yaşar. Bu ilişkilerden en bilinmezi, en sürprizlisi ve tabii ki en acıklısı kadın-erkek ilişkisidir. Taraflar bir sürecin tüm evrelerini uzun veya kısa bir zaman diliminde yaşarlar. Başlangıçlar ilişkinin en güzel doruk noktasıdır. O gizemli yolculuk başladığı andan itibaren inişli çıkışlı yollar, bilinmeyen kavşaklar, karanlık köşelerden fırlayacak canavarlar yol haritanızda hep olabilir. Ve bazen de kısa süreliğine nefes aldığınız çimenli ve bol güneşli bir bahçe olacaktır. Ancak yollar uzadıkça hem içinize hem karşınızdakine giden yollar çapraşıklaşır. Bu yola girdiniz mi bir kere yavaş yavaş çıkma planları yapmaya veya çıkış yolu aramaya başlayabilirsiniz. İçinizden ve dışınızdan gittikçe karışan bu yolda yolcuların yol bulma kabiliyeti ve çıkış yoluna salimen ulaşmaları yolların birbirleri ile ne kadar karıştığına, yolcuların yön bulma yetilerinin ve tecrübelerinin ne kadar hızlı olduğuna ve iç pusulalarının ne kadar doğru olduğuna bağlıdır.
Bu gizemli ve gittikçe çapraşıklıklaşan yollarda ego çatışmaları, iktidar kavgaları irili ufaklı, orta şiddetli veya şiddetli terör olayları meydana gelir... Murathan Mungan'ın 'Üç Aynalı Kırk Oda' kitabındaki hikâyelerinden birinde söz ettiği gibi, birçok kolu bacağı kırılmış yarım yamalak insan çıkış yolunu bulmaya çalışır. Bazen çıkamazlar işte. Ocak ayının sonunda gazetelerden okuduğumuz Mümtaz Sevinç olayı çıkışı bulunamayan bir aşk terörüdür. Bu olayın merkezinde yoksulluk ve cehalet gibi, bu vahşeti hafifletebilecek hiçbir sebep yok iken, sadece terörize edilmiş aşk ilişkisi vardır. İki normal, iki âşık insan girdiği labirentte yollarını kaybederek çıkışı bulamadılar. Biri diğerini gerçekten öldürdü. Eks sevgili. Ex kelimesi tıp jargonunda exitusun yani ölümün kısaltılmışı olarak kullanılır. 'Eks sevgili'nin sözlük anlamı eski, geçmişte kalan sevgili derken, aslında eski sevgilinin yok olmasından, ölmesinden bahsediyoruz. Taraflar birbirlerini içlerinde ve hayallerinde öldürüyorlar ve sanal aşk cinayetleri işliyorlar. Her eski sevgili içinizdeki bir ölüdür... Her nedense bunu başaramayan, sevgilisini içinde öldüremeyen, hayalini silemeyen Mümtaz Sevinç olayındaki o zavallı insan gibileri "sanal aşk cinayeti" yerine "gerçek aşk cinayeti" işleyerek aslında aynı tepkiyi veriyor. Onu terk ettiği için gerçekten katil olan bu felsefe öğretmeni kadına da, Mümtaz Sevinç'in ölümüne üzüldüğümüz kadar üzülmeliyiz. Aldığı eğitim, ekonomik şartları ve toplumsal yeri nedeni ile kendine ve hayatına çok iyi şekilde sahip olmasını beklerken, nasıl oluyor da 14 Şubat kurbanı bu kadın zavallı, eli bıçaklı bir caniye dönüşüyor? Neden birçok insanın seçtiği sanal aşk cinayetleri yerine gerçek bir cinayet işlemekten kendini alıkoyamıyor? İşte ikili ilişkilerde ve özellikle aşk ilişkilerindeki bu kadar çeşitlilik daha pek çok bilinmezin olduğunu gösteriyor. Örneğin 1989'dan beri, insan davranışlarında çok önemli bir etken olduğu saptanan DRD2 diye bilinen bir gen bildirildi... Bu gene sahip olan kişiliklerin, esrar, sigara gibi maddelere aşırı bağlanıp bu maddelerden yoksunluk durumunda, söz konusu gene sahip olmayanlara göre çok şiddetli psikobiyolojik tepkiler verdikleri biliniyor. Belki de aşk ilişkilerinde DRD2 genine sahip olanların tutku dolu ilişkilerinin, işler ters gittiğinde böyle bir trajedi ile bitmesi olası. Çünkü yoksunluk sendromunda, psikolojik bağımlılık beynin duygu, heyecan ve bellekle ilgili bölümlerini doğrudan etkilediğinden normal işleyiş mekanizmaları bozulup kontrol altına alınamayan içgüdüsel davranışlar ortaya çıkıyor.

14 Şubatlarda dikkatli olmalıyız. Kendimizi, sevgilimizi ve ilişkimizi gerçekten ciddiye almalı ve önemsemeliyiz. Birbirimize giden yolları bakımlı tutmaya özen göstermeliyiz.
Sevgi yaşatmak ve yaşamaktır.

FERİDE CİHAN GÖKTAN 

ile:///C:/Users/User/Desktop/14%20%C5%9Eubat%20ve%20eks%20sevgililer%20-%20Radikal%202%20Haberleri%20-%20Radikal.html


7 Ağustos 2017 Pazartesi

CNN GÜNDEM ÖZEL ve YAPAY ZEKA ÜZERİNE

                                          Dünyanın sonu mu yoksa yeni bir dünya mı kuruluyor?
                                          CNN GÜNDEM ÖZEL  ( Yapay Zeka Üzerine )
Çok fena gerçekten. Dünyamız değişiyor. Bilgisayar derken, yüksek teknoloji  derken  şimdi  evrimsel  basamakların birinin daha başlangıcındayız. Üstelik evrim kelimesi sözlüklerden silinmek istendiği bu zaman da ne garip ki insanlık evrimin dik alasını geçirmek üzere yola koyuldu bile.  Korkuyorum. Çünkü evrim de hızlanıyor bir taraftan öyle eskisi gibi milyonlarca yıl filan değil.  Korktuklarımız başımıza gelecek bu hızlı gidişatla.  Örneğin insanların bazılarının robot olduğunu göreceğiz.  Zaten hepimiz biraz robotlaşmadık mı?   En yakın gelecekte insandan ayırt edilemeyen robotlar çıkacak bir de. Örneğin beyin dalgalarımızdan birbirimizin ne düşündüğünü anlayabileceğiz.  Belki hiç kimse hasta olmayacak.  Hiç ölmeyecek gibi yaşayacağız. Korkutucu.👽
            Dün gece Gündem özel programının değerli katılımcıları (Prof. Dr. Cem Say, Prof. Dr. İbrahim Semiz, Yrd. Doç. Dr. Umut Şahin, Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, yazar Ayşe Acar)  uzun uzun yeni sanal dünya ve yapay zekâyı tartıştılar.  Facebook’un geliştirdiği yapay zeka uygulamaları sırasında,  kimsenin anlamadığı bir dil konuşulmaya başlamış.  İnsanoğlu bu dil konusundan çok korkar eskiden beri. Yapay zeka kendi dilini geliştirdi diye hemen sistemi kapattığını açıklamış mark  zuckenberg.  Yapay Zeka kendi dilini geliştirdi. Şimdi de insanlığı ve dünyayı ele geçirecek korkusu. İnsanoğlu iktidar, sömürü, kölelik düzenini iyi bilir. Asırlardır en iyi bildiği uyguladığı yaşadığı ve yaşattığı şey. Haliyle kişi kendinden bilir işi mantığı ile en çok bundan korkuyor.
 Olabilir mi Böyle bir şey? Olabilir. İnsanın yazdığı program bir canavara dönüşebilir. Yani olmayan bir şeyi bilgisayar kendiliğinden katarak değil kendi insan aklının içinden o kötücül insan iktidarının oluşturduğu program üzerinden o yazdığı program canavara dönüşebilir. Bu o kadar belli ki. Çünkü bugüne kadar o kötücül aklın yarattıkları ortada. Daha işte 73 yıl önce bugünlerde üç gün ara ile insan zekası binlerce pardon yüz binlerce insanı  Hiroşima’da  ve Nagazaki’de   sıcak betonların üzerine yapıştırarak  öldürdü.  Hem de insanlık on dokuz tane yine vahşet dolu yüzyıl yaşadıktan sonra hiç ders almamacasına.
Dün geceki tartışmada en dikkatimi çeken ve bu makaleyi yazmama neden olan, tartışmacılardan Ayşe Acar’ın yapay zekâ ve geleceğe dair iyilik ve iyimserlik dolu yaklaşımlarıydı. Dünya daha güzel olacak,  her şey şeffaflaşacak, yalan ortadan kalkacak,  erdemli güzel bir yaşam olacak dedi. Nasıl yani dedim bu kadar akıllı üstelik de teenage yaşlarını çoktan geçmiş bir yetişkin üstelik bu coğrafyada bir kadın olarak yaşarken nasıl bu kadar Süper  Pollyanna olabilir ?😊😍😍
Bu kadar iyimser olmak galiba bu kötücül dünyanın dönmesini ve her şeye  rağmen  yine de  devam  etmesini  sağlayan  bir şey. İyi ki polyannalar var. Başka türlü olmaz çünkü. Başka türlü olmaz.
                                                                                             Feride Cihan Göktan
                                                                                             Temmuz/2017 

https://www.cnnturk.com/tv-cnn-turk/programlar/gundem-ozel/yapay-zeka-insanligin-sonu-mu


31 Temmuz 2017 Pazartesi

CNN GÜNDEM ÖZEL PROGRAMI ( Şu aşk meselesi üzerine… )

                   CNN  GÜNDEM ÖZEL  PROGRAMI   (  Şu aşk meselesi   üzerine… )




Dün gece yani 30 temmuz 2017 tarihinde CNN Gündem Özel seyrettim yine.  TV de neredeyse başka hiçbir program kalmadığı için CNN Gündem Özel seyretmek iyi geliyor insana. Geç saatlere kadar devam ediyor ve bir gün sonra mesai… Olsun yine de oturup seyrediyorum. (Katılımcılar  Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur ,Yard.Doç. Dr. Mehmet Şakiroğlu , Dr.Gökçen Erdoğan, Dr. Kerem Dündar ve  Gülden Ay) Bu geceki konu, o kadim konu, hiç çözülmemiş, çözülemeyen ve asla çözülemeyecek olan kadın / erkek meselesi.  Hani insan bazen düşünüyor bu konu halledilse sanki her şey halledilecek. Ne Ortadoğu savaşları kalacak ne çevre felaketi, ne Afrika’daki açlık…  Sanki…
Yüz bin defa dinlediğimiz, okuduğumuz,  seyrettiğimiz üstelik de yaşadığımız bu ikili ilişki hakkında sanki ilk defa duyuyor gibi her seferinde yeni baştan bilgileniyoruz. Dinle dinle bir şey olmuyor ama akşamki de güzeldi.  Bunu itiraf etmeliyim. Yani birkaç sıradan hani öyle Ayşe Teyze gibi konuşmaları hesaba katmazsak doyurucu bir sohbetti. (Burada problem Ayşe Teyze meselesi değil.  Mesele oraya entel ve uzman gelip Ayşe Teyze gibi konuşmak!) Bence bir tane gerçek Ayşe teyze getirin o konuşsun daha renkli olabilir.(küçük bir tavsiye)
Neyse konumuza girelim.  Konuşmacılar  erkek beyni kadın beyni diye haklı olarak anatomik ve fizyolojik farklarımızı vurgulasalar da Prof.Dr.Mehmet  Zeki Sungur her insanın beyninde farklı oranlarda erkek ve kadın beyni olduğunu vurguladı da böylece gerçeğe biraz daha yaklaştık.  Bir aşk ilişkisi sadece erkek beyni ve kadın beyninin anatomik ve fizyolojik farklılığına nasıl indirgenir zaten?  Yok, kadın çok konuşurmuş erkek hiç konuşmazmış. Yok, kadın aynı anda birçok işi yapabilirmiş erkekler sadece bir işi.( Ayşe Teyze lafları bunlar)  İki kişinin en yakın olduğu ilişki biçiminden bahsediyoruz, antropolojik, sosyolojik, psikolojik,  genetik, geleneksel ve en önemlisi de çocukluk öğretilerinin ve yaralarının karıştığı. Ayrıca kocaman iki kişilik bir bilinç dışının üzerine inşa edilen bir ilişki biçiminden bahsediyoruz.  Bu kadar çok etken olunca her ilişki kendine özel oluyor haliyle bütün genellemelere inat…
Aşkın ömrü 2yıl 8 ay 25 günmüş…  Bu kadar değişkenin ayrıca anlaşılmazlığın olduğu bu muamma  ilişkinin ömrü 2 yıl 8 ay 25 günmüş. Biraz komik ama olsun yine de tartışmaya renk kattı. Dinleyici olarak pek inanmadık ama sevdik.
Aldatma hakkında da çok şeyler konuşuldu. Bazıları kayda değer bazıları değmez bazıları da çok ilginç. Mesela ben bu olayı yani aldatma meselesini, sadece hayat bu, olabilir diye özetlenebileceğini düşünenlerdenim. Fare deneyleri ile filan açıklanamaz bence.  Tedavisi bile varmış. İşte bakın mesela bunu ilk defa duyuyorum. Çok ilginç. Yard. Doç.Mehmet Şakiroğlu söyledi.  Aldatan taraf karşı tarafa diyet ödüyormuş ilişkiyi rayına oturtmak için.  Mesela bir ev veya bir araba filan. Adı Diyet terapisi.  Bu nedir ya diye not almışım dün gece…  Literatüre filan baktım böyle bir terapi olabilir mi diye. Bulamadım. Hala yanlış anlamış olabileceğimi düşünüyorum. Fırsatçılığı, samimiyetsizliği ve aşk sevgi üzerinden ticaretin adını diyet terapisi koymuşlar. Bilemiyorum şaşırdım kaldım.
Yukarıda aklıma takılanlar ve birazcık da eleştiri var. Ayrıca soru işaretleri var. Genelde keyifli ve eğitici bir sohbetti.  Deniz Bayramoğlu da başarılı bir kolaylaştırıcı.  TV’nin iyice çoraklaştığı bugünlerde bu program için teşekkür etmeliyiz.  
Teşekkürler…
                                                                                                Feride Cihan  Göktan
                                                                                                cigoktan@hotmail.com
                                                                                                                                                  

https://www.cnnturk.com/gundemozel

2 Temmuz 2017 Pazar

zaman aşılamadı


önce Neron ROMA’yı yaktı 64’de
ve aylardan Temmuzdu
sonra Sıvas yandı MADIMAK’ta 
yıl 1993 yine temmuz.
insanlar yandı zaman tünelinde
ne tünel aşıldı ne zaman
tünelde yine yangın yine temmuz
zamanın içinde
biz siz onlar
yanıyoruz
                                       Feride Cihan Göktan



24 Haziran 2017 Cumartesi

                    

                   bir zamanlar tebrik kartları vardı
                      
Hayatımızdan giderek çıkan bir şey daha var, artık tamamen hayatımızdan çıktı bile diyebiliriz Ama bunu söylerken acı çektiğimden rahatça söyleyemiyorum sanki tekrar geri gelecekmiş umudunu umutsuzca olduğunu bilsem bile hala koruyorum. Kim bilir belki de?
Evet, hayatımızdan sessizce çekilen ve aslında birlikte birçok şeyi de beraberinde götüren yani bizi eksilten bir şey var. Eğer yaşınız 30ların üzerinde ise en çok bugünlerde farkına varmalısınız ve hatta 40 yaş üzerinde iseniz bir de farkında lığınızın acısını çekiyorsunuz demektir. Eğer fark edemiyorsanız hayatınızın otomatiğe bağlanmış gibi hızlıca ve hiç sorgulanmadan geçtiğinden ötürüdür. Durun ve bu bayram öncesi kalabalık çarşılara bir bakın. Eksik olan bir şey var. Yılbaşı ve bayram öncesi her zamanki gibi kalabalık çarşıların girişlerinde bizi bekleyen veya bindiğimiz duraklar, indiğimiz vapur iskelelerinde sıklıkla görmeye alıştığımız o kalabalık renkli çeşitliliğinden başımızın döndüğü tebrik kartları artık yok. Başında  dakikalarca oyalandığımız hangisini kime yollayalım diye düşündüğümüz renkli, renksiz, resimli, güllü, çiçekli kartlar yok artık.Bazen seçtiğimiz kartın yanlış anlaşılacağından ötürü duyduğumuz endişelerimizin karıştığı sevinçli kart göndermeler yok. Postacının elinden heyecanla aldığımız ve her bir kelimesine veya üzerindeki resme farklı anlamlar yüklerken  çıktığımız serüven dolu hayallerimiz artık bize pek uğramıyorlar. Maksadımıza uygun olanın seçilmesi ve içine sadece kendinizin olan bir kaç cümle yazmak için onca duygusal ve görsel emek harcadığınız bir tebrik kartının yerini şablonlaşmış sadece bir tuşla yollanan bir mesajın tutabileceğine hangimiz inanıyoruz acaba? Hiç birimiz.
Çıldıran teknoloji bizim en masum coşkularımızı da elimizden aldı. Artık smslerimiz .e-maillerimiz , e­-kartlarımız var. Yapacağımız sadece bir tuşa basmak. .Gittikçe sıradanlaşan ve hiç bir duygusal ayırım yapmaksızın zaten bizim de yazmadığımız aynı mesajı sadece bir tık ile sevdiklerinize(!) anında yollayabilirsiniz veya aynı benzer mesajı anında sevdiklerinizden alabilirsiniz. Teknoloji işte budur.
 1800’lü yıllarda matbaanın keşfedilişi ile tebrik kartları insan hayatına girmiş ve asırlar boyunca bu tebrik atma veya tebrik kartı alma sevincini insanoğlu yaşamıştır.1840 da çıkarılan en eski sevgililer günü tebrik kartı yıllar geçtikçe artan ihtişamı ve erişilemezliği ile British Museum’da sergilenmektedir.
O eskilerdeki tebrik kartları gerçekten bizimdi ve gerçekten sevdiklerimize yolluyorduk. Dokunduğumuz, öptüğümüz ve postalarken içine sevgimizi, hayallerimizi de koyduğumuz gerçek bir şeydi. Oysa şimdilerde eksiliyoruz. Teknoloji bizi eksiltiyor ve en kötüsü otomatiğe bağlanmış teknolojik hayatlarımızda bunun farkına bile varmıyoruz.
“iyi bayramlar” veya  “yeni yılını kutlar ve seni en içten sıcak duygularımla öperim” gibi basit, iddiasız ama gerçekten kendi kelimelerimizle ve kendi yazımızla ifade ettiğimiz o gerçek sevgi, gerçek saygı dolu bin bir çeşit renk resimli kartları özlüyoruz.

            Şimdi hepimiz dışarı çıkıp birer kart alsak(belki hala bulabiliriz) ve üzerine içimizden gelen sıcacık bir cümle yazıp sevdiğimiz birine yollasak, acaba bize de birisi gerçekten sevgisini bir karta iliştirip yollar mı?
           Kim bilir belki de?
                                                                                                     


                                                                                                    Feride Cihan Göktan 

Gaga mizah dergisi ve Feci'nin Feci sözleri




https://www.facebook.com/gagamizah.mizah?fref=ts

editör ve karikatürist Dr. Barış Baklan 
şiir: Feride Cihan Göktan 

18 Haziran 2017 Pazar

Öfkeli Babaya Mektup

                                           


                                               Öfkeli  Babaya  Mektup  

Babacığım,
Seni çok seviyorum. Sensiz olmaz. Beni bazen dövdüğün oluyordu ama, ben seni hep sevdim. Bazen dövdüğün zaman içimde bir şeyler oluyordu ama hemen geçiyordu. Geçen hafta sendeydim Seninle yattım Çünkü seni çok özlemiştim. Beni asla yalnız bırakma
                                                                                                                    Oğlun EMRE
Babama;
Babacım seni seviyorum. Bana neler yapsan da seni seveceğim ama sana kırgınım. Babacım biraz sakin ve sinirlerine hâkim olur musun? Eğer sinirli olursan hayatındaki herkesi kaybedersin. Beni bile Lütfen senden istediğim sinirli olmaman. Seni seviyorum.
                                                                                                                                   Kızın ASLI

Aslında babamı hiç sevmiyorum. ONU SEVMİYORUM. 
                                                                                         AYŞE 




Bu üç mektup  gerçek. Babalarına kendi küçücük elleri ve acemi el yazıları ile yazdıkları  mektuplar.  Orjinal olanlar bende. Sadece isimlerini değiştirerek yayınlıyorum. Bu mektupları yazan çocukların hepsi on ve on bir yaşlarında. Anneleri ile babaları ayrılmış çocuklar. Ancak problemleri daha da derin. Babalarından şiddet görüyorlar. Ayşe, bu yaşında toplumun tüm öğretilerini hiçe sayarak bir canlı bomba gibi kendini tamamen imha ederek babasını sevmediğini doğrudan söylemiş. O yaşta bir çocuğun babamı sevmiyorum demesi, ben dünyayı sevmiyorum, ben hiçbir şeyi hiçbir kimseyi sevmiyorum, ben kendimi sevmiyorum veya bir başka deyişle ben ölmeliyim, ben aslında yokum demektir. Çok tahripkâr ve çok yıkıcı bir durum. Mektuplarını örneklediğim diğer ikisi  Aslı ve Emre yaralı bereli bir şekilde sevmeye devam ediyor veya öyle görünüyorlar. Bir uğultuda kaybolmuş çocuklar bunlar. Babalarının öfke krizlerinde duyguları düşünceleri parçalanmış, un ufak olmuş küçücük kalpler, küçücük bedenler.
Baba sevgisi, anne sevgisi gibi doğuştan var olan dürtüsel bir sevgi değildir. En üst düzey beyin faaliyetlerinin oluştuğu adına korteks dediğimiz beyin kabuğunun ürettiği, sonradan öğrenilen, geliştirilen seçici bilinçli bir sevgidir. Ve bu sevgidir dünyayı nasıl kavradığımıza, sosyal ilişkilerimizi nasıl oluşturduğumuza, kendimizi dünyaya göre nasıl konumlandırdığımıza şekil veren. Anne sevgisi kadar önemli ve gerekli. Babasını zoraki seven veya sevmeyen çocuklar bütün ağaçları yakılmış, çiçekleri köklenmiş, nehirleri kurumuş taşlaşmış çorak bir yürekle, hırpani bir ruhla yollarına kör topal devam eden yarının erişkinleridir.
Babalar çocuklarının hayal kurma güçlerini geliştirirlermiş. Ne müthiş bir şey… Hayal kurma gücü  aslında hayat kurma gücüyle orantılı değil mi? Babasından şiddet gören, sevgi/korku   sınırının  aşıldığı o öfke nöbetlerinde  o küçük kalpleri  korkudan  nasıl da büzüşüyor kim bilir? Hayal balonları ellerinden alınmış ya da patlatılmış çocuklar, neredeyse yüz yaşını geçmiş hayatın tüm katılığını hisseden ölüme yakınlaşmış yaşlılar gibidirler. Kaskatı çocuklar.
Franz Kafka babasına hitaben yazdığı “Babaya Mektup” isimli  kitabın yirmi sekizinci .sayfasında bakın ne demiş: Daima kaçışı, çoğunlukla da içsel kaçışı düşünen, somurtkan, dikkatsiz, itaatsız çocuklar olduk. Sen böyle acı çektin, biz böyle çektik”     
 Kafka’nın edebi değeri en üst düzey anlatımı veya bu yazının en başındaki gibi dil kuralı bile olmayan en doğal çocuk anlatımları. İçlerinde ortak bir hüznü barındırıyorlar ki o hüzün KAFKA’NIN sanatsal anlatısının bile çok ötesinde.
Öfkesini kontrol edemeyen ve  şiddete bulaşan insanlar asla baba olmamalı. 

Bugün babalar günü… Çocuklarına gerçek babalık yapanların babalar günü kutlu olsun.

                                                                                                 Feride Cihan Göktan 

Not. 1.Bu yazı bir sınıf öğretmeninin Babalar Günü nedeniyle verdiği  kompozisyon ödevi nedeniyle yazılmıştır.
         2.Bu güzel çocukların mektupları hakkında bilgilerine danıştığım arkadaşlarım Prof.Dr.Erol Özmen'e ve Doç.Dr.Oryal Taşkın'a teşekkür ederim .
        


13 Haziran 2017 Salı

Siz hiç BT veya MR çektirdiniz mi?



                                            Siz hiç BT veya MR çektirdiniz mi?
Bu sorunun cevabını biliyorum. Bu satırları okuyan hemen herkes bu cihazlar ile mutlaka tanışmıştır. BT veya MR çektirmeyen kaç kişi vardır diye sormak belki daha ilginç olabilirdi.





Bilgisayarlı Tomografi (BT),  X ışını kullanıyor. X ışını…  Gizemli bir ışın. Gün ışığı gibi görünmüyor. Ay ışığı gibi parlamıyor gözümüze. Sesi yok.  Kokusu yok. Tadı yok. Dokunamıyoruz. Kısaca beş duyumuzla algılayamıyoruz.  Ama kendince olan dalga boyu ile delip geçiyor veya bir yerlerde birikiyor. Bir enerji. Bu enerji sayesinde iç organlarımız görüntüleniyor. Evet görüntüleniyor. Bu çok önemli. Bu sayede küçücük tümörler yakalanıyor ama bilinmeyen öngörülemeyen ölümcül, kanser edici etkileri de var. Özellikle hücre yenilenmesi çok olan organlarda ve dolayısı ile çocuklarda çok ama çok dikkatli kullanılmalı. Bu ne demek? Öyle herkese uluorta kullanmayın demek…
Manyetik Rezonans(MR) halk arasında söylenişle emar cihazı, BT gibi X ışını kullanmıyor.  Hastaya bir zararı yok, dokuya saygılı ama hem maliyeti yüksek hem de çok iyi bir protokol ile yapılması ve de profesyonelce yorumlanması gerekiyor. Organlarımız hakkında çok detaylı bilgi vermesine karşın gereği gibi yapılmazsa teşhisleri karman çorman ediyor. Yanlış sonuçlara varılıyor bu nedenle. Kafa karıştırıyor. Aynen BT gibi MR’ın da uluorta kullanılmaması gerek. Yani bu tetkikler hasta istediği için değil, ilgili klinisyen ve radyolog işbirliği ile gerektiğinde yapılacak tetkikler… Dikkatli ve özenli yapılacak tetkikler. Ama Türkiye’de hem MR hem BT öyle bir ulu orta kullanılıyor ki bunu en iyi biz hekimler biliriz. Hepimiz biliyoruz bu gerçeği.
İstatistikler de söylüyor zaten.  BT de dünya sekizincisi, MR da dünya birincisiymişiz. Ne birincilik ama!  En ufak parçasına, bakımına kadar dışarıya bağlı olduğumuz bu cihazlarda ürettiğimiz ve üstelik bu cihazların ana vatanı ülkelerinin ürettikleri işe göre tuhaf bir şekilde çok daha ucuza ve çok daha fazla sayıda BT VE MR tetkikinde dünya birincisiyiz Bu da şu demek; Ucuz iş gücü. Boşa iş gücü ve Kalitesiz iş…
Ne yapmalı? Bu hafta sonu Radyoloji Derneği Prof. Dr. Tamer Kaya başkanlığında buna çare aramak için toplantı yapacak. Ne yapmalı toplantısı. Bir çözüm bulunacak mı? Hayır. Acı ama gerçek: Bu sağlık sistemi bu şekilde devam ettikçe hiçbir şey yapılamaz. Sağlıkta dönüşüm projesi uygulamaya geçtiğinden beri hasta müşteri, doktorlar köle,  hizmet satın alınan şirketler ve hastaneler işveren kapsamında çalışıyor. Hem de bazıları filan değil hepsi. Devlet üniversiteleri dâhil bütün özel hastaneler, devlet hastaneleri. Hepsi… Bir doktor ne kadar çok iş üretirse (yani ne kadar çok hasta bakarsa) nasıl baktığı değil ne kadar çok baktığı üzerinden para alıyor. (öyle matah paralar aldıklarını da sanmayın Amerikalı meslektaşlarının onda biri belki de daha da az) Diğer bir yandan da nasıl baktığı veya yanlış yapıp yapmadığı üzerinden de ceza yiyebilir korkusu. MALPRAKTİS endişesi. ( bakın bu malpraktis cezaları oldukça yüksek, Amerikalı meslektaşları kadar belki de daha fazlasını ceza olarak ödüyorlar) Yani bu durumda bir doktor hastasına bakarken sandviç olmuş durumda. Bir yandan hızlı hasta bakacak, hızlı ameliyat edecek, çabuk tedavi edecek ve bir yandan da aman yanlış teşhis koymamayım korkusu. Bu ikisi arasında ezilip kalma durumu. Hatta bir de hasta memnuniyeti meselesi var. Bu sıkışmışlık durumunda mecbur hem BT hem MR isteyecek. Hatta yalnız bununla da kalmayıp ultrason, pet/BT, elinde ne varsa isteyecek. Hastanın vücudunun her yeri için isteyecek. Hatta hiç hastaya bakmadan muayene bile etmeden isteyecek (başka ne yapabilir ki, 10 dakikada bir yeni hasta zili çalıyor) Bütün bu çok, fazlasıyla çok istenen tetkikler yine bir insan evladı radyologlar tarafından raporlanacak. Günde 100/ 150 BT 100 MR filan raporlanıyor çoğu hastanede. Hatta bazı özel hastaneler daha çok kazanç sağlasınlar diye bu filmleri film başına 2-3 TL den yanlış duymadınız 2 TL’dan internet üzerinden bu konuda hiç tecrübesi olmayan radyologlara bile okutuyorlar. Bu nedenle çabuk çabuk ama hiç iddialı olmayan çoğu kere yalan yanlış veya bir hata korkusuyla hemen bütün tanıları kapsayan her anlama çekilebilen raporlar yazılıyor. Çoğunlukla teknik olarak iyi olmayan filmler. Bu kadar çok tetkik bu kadar az zamanda bu kadar az radyologla. Başka bir çareleri var mı?
Durun daha bitmedi. Bu üniversitelerdeki bu performans rüzgârı (fırtınası demek daha doğru ) nedeniyle, yani çabuk hasta bakıp tedavi edip hasta başına para kazanma sistemi nedeniyle çoğu hekim zahmetli işlere girmiyor. Örneğin Whipple ameliyatını hiç yapmak istemeyen cerrahlar var artık. İsteksiz. Onun yerine beş adet apandisit ameliyatı yapar. Apendisit teşhisi içinde Ultrason, BT ve  hatta MR  ister. Daha çok performans puanı alır . Üstelik daha az stresli.
Daha bitmedi: Üniversite ve eğitim hastanelerinde eğitim gittikçe zayıfladı ve neredeyse durma noktasında. Çabuk hasta bak, çok hasta bak sisteminde kim kime bir şey öğretmek için yavaşlar? Yaklaşık 10 yıl sonra bence hiçbir şey bilmeyen hekimler hastanelerde hasta bakıyor olacaklar.
Bu yazıyı bütün bu yazdıklarıma itiraz edin hayır öyle değil böyle yok canım o kadar da kötü değil abartıyorsun deyin diye yazdım. Keşke itiraz edecekler olsa. Ama inanın eksiği var fazlası yok.
Bu durum nasıl düzelir ben soruyorum şimdi. Sorunlar o kadar arapsaçına dönmüş durumdaki ilk başta söylediğim gibi zor hatta bu sağlık sistemi içerisinde imkânsız gibi.
                                                                                 Feride Cihan Göktan

İlgili haberler.

http://www.haberturk.com/saglik/haber/1519209-radyolojide-cihaz-az-ama-tetkik-fazla