Feci'nin Blogu

24 Haziran 2017 Cumartesi

                    

                   bir zamanlar tebrik kartları vardı
                      
Hayatımızdan giderek çıkan bir şey daha var, artık tamamen hayatımızdan çıktı bile diyebiliriz Ama bunu söylerken acı çektiğimden rahatça söyleyemiyorum sanki tekrar geri gelecekmiş umudunu umutsuzca olduğunu bilsem bile hala koruyorum. Kim bilir belki de?
Evet, hayatımızdan sessizce çekilen ve aslında birlikte birçok şeyi de beraberinde götüren yani bizi eksilten bir şey var. Eğer yaşınız 30ların üzerinde ise en çok bugünlerde farkına varmalısınız ve hatta 40 yaş üzerinde iseniz bir de farkında lığınızın acısını çekiyorsunuz demektir. Eğer fark edemiyorsanız hayatınızın otomatiğe bağlanmış gibi hızlıca ve hiç sorgulanmadan geçtiğinden ötürüdür. Durun ve bu bayram öncesi kalabalık çarşılara bir bakın. Eksik olan bir şey var. Yılbaşı ve bayram öncesi her zamanki gibi kalabalık çarşıların girişlerinde bizi bekleyen veya bindiğimiz duraklar, indiğimiz vapur iskelelerinde sıklıkla görmeye alıştığımız o kalabalık renkli çeşitliliğinden başımızın döndüğü tebrik kartları artık yok. Başında  dakikalarca oyalandığımız hangisini kime yollayalım diye düşündüğümüz renkli, renksiz, resimli, güllü, çiçekli kartlar yok artık.Bazen seçtiğimiz kartın yanlış anlaşılacağından ötürü duyduğumuz endişelerimizin karıştığı sevinçli kart göndermeler yok. Postacının elinden heyecanla aldığımız ve her bir kelimesine veya üzerindeki resme farklı anlamlar yüklerken  çıktığımız serüven dolu hayallerimiz artık bize pek uğramıyorlar. Maksadımıza uygun olanın seçilmesi ve içine sadece kendinizin olan bir kaç cümle yazmak için onca duygusal ve görsel emek harcadığınız bir tebrik kartının yerini şablonlaşmış sadece bir tuşla yollanan bir mesajın tutabileceğine hangimiz inanıyoruz acaba? Hiç birimiz.
Çıldıran teknoloji bizim en masum coşkularımızı da elimizden aldı. Artık smslerimiz .e-maillerimiz , e­-kartlarımız var. Yapacağımız sadece bir tuşa basmak. .Gittikçe sıradanlaşan ve hiç bir duygusal ayırım yapmaksızın zaten bizim de yazmadığımız aynı mesajı sadece bir tık ile sevdiklerinize(!) anında yollayabilirsiniz veya aynı benzer mesajı anında sevdiklerinizden alabilirsiniz. Teknoloji işte budur.
 1800’lü yıllarda matbaanın keşfedilişi ile tebrik kartları insan hayatına girmiş ve asırlar boyunca bu tebrik atma veya tebrik kartı alma sevincini insanoğlu yaşamıştır.1840 da çıkarılan en eski sevgililer günü tebrik kartı yıllar geçtikçe artan ihtişamı ve erişilemezliği ile British Museum’da sergilenmektedir.
O eskilerdeki tebrik kartları gerçekten bizimdi ve gerçekten sevdiklerimize yolluyorduk. Dokunduğumuz, öptüğümüz ve postalarken içine sevgimizi, hayallerimizi de koyduğumuz gerçek bir şeydi. Oysa şimdilerde eksiliyoruz. Teknoloji bizi eksiltiyor ve en kötüsü otomatiğe bağlanmış teknolojik hayatlarımızda bunun farkına bile varmıyoruz.
“iyi bayramlar” veya  “yeni yılını kutlar ve seni en içten sıcak duygularımla öperim” gibi basit, iddiasız ama gerçekten kendi kelimelerimizle ve kendi yazımızla ifade ettiğimiz o gerçek sevgi, gerçek saygı dolu bin bir çeşit renk resimli kartları özlüyoruz.

            Şimdi hepimiz dışarı çıkıp birer kart alsak(belki hala bulabiliriz) ve üzerine içimizden gelen sıcacık bir cümle yazıp sevdiğimiz birine yollasak, acaba bize de birisi gerçekten sevgisini bir karta iliştirip yollar mı?
           Kim bilir belki de?
                                                                                                     


                                                                                                    Feride Cihan Göktan 

Gaga mizah dergisi ve Feci'nin Feci sözleri




https://www.facebook.com/gagamizah.mizah?fref=ts

editör ve karikatürist Dr. Barış Baklan 
şiir: Feride Cihan Göktan 

18 Haziran 2017 Pazar

Öfkeli Babaya Mektup

                                           


                                               Öfkeli  Babaya  Mektup  

Babacığım,
Seni çok seviyorum. Sensiz olmaz. Beni bazen dövdüğün oluyordu ama, ben seni hep sevdim. Bazen dövdüğün zaman içimde bir şeyler oluyordu ama hemen geçiyordu. Geçen hafta sendeydim Seninle yattım Çünkü seni çok özlemiştim. Beni asla yalnız bırakma
                                                                                                                    Oğlun EMRE
Babama;
Babacım seni seviyorum. Bana neler yapsan da seni seveceğim ama sana kırgınım. Babacım biraz sakin ve sinirlerine hâkim olur musun? Eğer sinirli olursan hayatındaki herkesi kaybedersin. Beni bile Lütfen senden istediğim sinirli olmaman. Seni seviyorum.
                                                                                                                                   Kızın ASLI

Aslında babamı hiç sevmiyorum. ONU SEVMİYORUM. 
                                                                                         AYŞE 




Bu üç mektup  gerçek. Babalarına kendi küçücük elleri ve acemi el yazıları ile yazdıkları  mektuplar.  Orjinal olanlar bende. Sadece isimlerini değiştirerek yayınlıyorum. Bu mektupları yazan çocukların hepsi on ve on bir yaşlarında. Anneleri ile babaları ayrılmış çocuklar. Ancak problemleri daha da derin. Babalarından şiddet görüyorlar. Ayşe, bu yaşında toplumun tüm öğretilerini hiçe sayarak bir canlı bomba gibi kendini tamamen imha ederek babasını sevmediğini doğrudan söylemiş. O yaşta bir çocuğun babamı sevmiyorum demesi, ben dünyayı sevmiyorum, ben hiçbir şeyi hiçbir kimseyi sevmiyorum, ben kendimi sevmiyorum veya bir başka deyişle ben ölmeliyim, ben aslında yokum demektir. Çok tahripkâr ve çok yıkıcı bir durum. Mektuplarını örneklediğim diğer ikisi  Aslı ve Emre yaralı bereli bir şekilde sevmeye devam ediyor veya öyle görünüyorlar. Bir uğultuda kaybolmuş çocuklar bunlar. Babalarının öfke krizlerinde duyguları düşünceleri parçalanmış, un ufak olmuş küçücük kalpler, küçücük bedenler.
Baba sevgisi, anne sevgisi gibi doğuştan var olan dürtüsel bir sevgi değildir. En üst düzey beyin faaliyetlerinin oluştuğu adına korteks dediğimiz beyin kabuğunun ürettiği, sonradan öğrenilen, geliştirilen seçici bilinçli bir sevgidir. Ve bu sevgidir dünyayı nasıl kavradığımıza, sosyal ilişkilerimizi nasıl oluşturduğumuza, kendimizi dünyaya göre nasıl konumlandırdığımıza şekil veren. Anne sevgisi kadar önemli ve gerekli. Babasını zoraki seven veya sevmeyen çocuklar bütün ağaçları yakılmış, çiçekleri köklenmiş, nehirleri kurumuş taşlaşmış çorak bir yürekle, hırpani bir ruhla yollarına kör topal devam eden yarının erişkinleridir.
Babalar çocuklarının hayal kurma güçlerini geliştirirlermiş. Ne müthiş bir şey… Hayal kurma gücü  aslında hayat kurma gücüyle orantılı değil mi? Babasından şiddet gören, sevgi/korku   sınırının  aşıldığı o öfke nöbetlerinde  o küçük kalpleri  korkudan  nasıl da büzüşüyor kim bilir? Hayal balonları ellerinden alınmış ya da patlatılmış çocuklar, neredeyse yüz yaşını geçmiş hayatın tüm katılığını hisseden ölüme yakınlaşmış yaşlılar gibidirler. Kaskatı çocuklar.
Franz Kafka babasına hitaben yazdığı “Babaya Mektup” isimli  kitabın yirmi sekizinci .sayfasında bakın ne demiş: Daima kaçışı, çoğunlukla da içsel kaçışı düşünen, somurtkan, dikkatsiz, itaatsız çocuklar olduk. Sen böyle acı çektin, biz böyle çektik”     
 Kafka’nın edebi değeri en üst düzey anlatımı veya bu yazının en başındaki gibi dil kuralı bile olmayan en doğal çocuk anlatımları. İçlerinde ortak bir hüznü barındırıyorlar ki o hüzün KAFKA’NIN sanatsal anlatısının bile çok ötesinde.
Öfkesini kontrol edemeyen ve  şiddete bulaşan insanlar asla baba olmamalı. 

Bugün babalar günü… Çocuklarına gerçek babalık yapanların babalar günü kutlu olsun.

                                                                                                 Feride Cihan Göktan 

Not. 1.Bu yazı bir sınıf öğretmeninin Babalar Günü nedeniyle verdiği  kompozisyon ödevi nedeniyle yazılmıştır.
         2.Bu güzel çocukların mektupları hakkında bilgilerine danıştığım arkadaşlarım Prof.Dr.Erol Özmen'e ve Doç.Dr.Oryal Taşkın'a teşekkür ederim .
        


13 Haziran 2017 Salı

Siz hiç BT veya MR çektirdiniz mi?



                                            Siz hiç BT veya MR çektirdiniz mi?
Bu sorunun cevabını biliyorum. Bu satırları okuyan hemen herkes bu cihazlar ile mutlaka tanışmıştır. BT veya MR çektirmeyen kaç kişi vardır diye sormak belki daha ilginç olabilirdi.





Bilgisayarlı Tomografi (BT),  X ışını kullanıyor. X ışını…  Gizemli bir ışın. Gün ışığı gibi görünmüyor. Ay ışığı gibi parlamıyor gözümüze. Sesi yok.  Kokusu yok. Tadı yok. Dokunamıyoruz. Kısaca beş duyumuzla algılayamıyoruz.  Ama kendince olan dalga boyu ile delip geçiyor veya bir yerlerde birikiyor. Bir enerji. Bu enerji sayesinde iç organlarımız görüntüleniyor. Evet görüntüleniyor. Bu çok önemli. Bu sayede küçücük tümörler yakalanıyor ama bilinmeyen öngörülemeyen ölümcül, kanser edici etkileri de var. Özellikle hücre yenilenmesi çok olan organlarda ve dolayısı ile çocuklarda çok ama çok dikkatli kullanılmalı. Bu ne demek? Öyle herkese uluorta kullanmayın demek…
Manyetik Rezonans(MR) halk arasında söylenişle emar cihazı, BT gibi X ışını kullanmıyor.  Hastaya bir zararı yok, dokuya saygılı ama hem maliyeti yüksek hem de çok iyi bir protokol ile yapılması ve de profesyonelce yorumlanması gerekiyor. Organlarımız hakkında çok detaylı bilgi vermesine karşın gereği gibi yapılmazsa teşhisleri karman çorman ediyor. Yanlış sonuçlara varılıyor bu nedenle. Kafa karıştırıyor. Aynen BT gibi MR’ın da uluorta kullanılmaması gerek. Yani bu tetkikler hasta istediği için değil, ilgili klinisyen ve radyolog işbirliği ile gerektiğinde yapılacak tetkikler… Dikkatli ve özenli yapılacak tetkikler. Ama Türkiye’de hem MR hem BT öyle bir ulu orta kullanılıyor ki bunu en iyi biz hekimler biliriz. Hepimiz biliyoruz bu gerçeği.
İstatistikler de söylüyor zaten.  BT de dünya sekizincisi, MR da dünya birincisiymişiz. Ne birincilik ama!  En ufak parçasına, bakımına kadar dışarıya bağlı olduğumuz bu cihazlarda ürettiğimiz ve üstelik bu cihazların ana vatanı ülkelerinin ürettikleri işe göre tuhaf bir şekilde çok daha ucuza ve çok daha fazla sayıda BT VE MR tetkikinde dünya birincisiyiz Bu da şu demek; Ucuz iş gücü. Boşa iş gücü ve Kalitesiz iş…
Ne yapmalı? Bu hafta sonu Radyoloji Derneği Prof. Dr. Tamer Kaya başkanlığında buna çare aramak için toplantı yapacak. Ne yapmalı toplantısı. Bir çözüm bulunacak mı? Hayır. Acı ama gerçek: Bu sağlık sistemi bu şekilde devam ettikçe hiçbir şey yapılamaz. Sağlıkta dönüşüm projesi uygulamaya geçtiğinden beri hasta müşteri, doktorlar köle,  hizmet satın alınan şirketler ve hastaneler işveren kapsamında çalışıyor. Hem de bazıları filan değil hepsi. Devlet üniversiteleri dâhil bütün özel hastaneler, devlet hastaneleri. Hepsi… Bir doktor ne kadar çok iş üretirse (yani ne kadar çok hasta bakarsa) nasıl baktığı değil ne kadar çok baktığı üzerinden para alıyor. (öyle matah paralar aldıklarını da sanmayın Amerikalı meslektaşlarının onda biri belki de daha da az) Diğer bir yandan da nasıl baktığı veya yanlış yapıp yapmadığı üzerinden de ceza yiyebilir korkusu. MALPRAKTİS endişesi. ( bakın bu malpraktis cezaları oldukça yüksek, Amerikalı meslektaşları kadar belki de daha fazlasını ceza olarak ödüyorlar) Yani bu durumda bir doktor hastasına bakarken sandviç olmuş durumda. Bir yandan hızlı hasta bakacak, hızlı ameliyat edecek, çabuk tedavi edecek ve bir yandan da aman yanlış teşhis koymamayım korkusu. Bu ikisi arasında ezilip kalma durumu. Hatta bir de hasta memnuniyeti meselesi var. Bu sıkışmışlık durumunda mecbur hem BT hem MR isteyecek. Hatta yalnız bununla da kalmayıp ultrason, pet/BT, elinde ne varsa isteyecek. Hastanın vücudunun her yeri için isteyecek. Hatta hiç hastaya bakmadan muayene bile etmeden isteyecek (başka ne yapabilir ki, 10 dakikada bir yeni hasta zili çalıyor) Bütün bu çok, fazlasıyla çok istenen tetkikler yine bir insan evladı radyologlar tarafından raporlanacak. Günde 100/ 150 BT 100 MR filan raporlanıyor çoğu hastanede. Hatta bazı özel hastaneler daha çok kazanç sağlasınlar diye bu filmleri film başına 2-3 TL den yanlış duymadınız 2 TL’dan internet üzerinden bu konuda hiç tecrübesi olmayan radyologlara bile okutuyorlar. Bu nedenle çabuk çabuk ama hiç iddialı olmayan çoğu kere yalan yanlış veya bir hata korkusuyla hemen bütün tanıları kapsayan her anlama çekilebilen raporlar yazılıyor. Çoğunlukla teknik olarak iyi olmayan filmler. Bu kadar çok tetkik bu kadar az zamanda bu kadar az radyologla. Başka bir çareleri var mı?
Durun daha bitmedi. Bu üniversitelerdeki bu performans rüzgârı (fırtınası demek daha doğru ) nedeniyle, yani çabuk hasta bakıp tedavi edip hasta başına para kazanma sistemi nedeniyle çoğu hekim zahmetli işlere girmiyor. Örneğin Whipple ameliyatını hiç yapmak istemeyen cerrahlar var artık. İsteksiz. Onun yerine beş adet apandisit ameliyatı yapar. Apendisit teşhisi içinde Ultrason, BT ve  hatta MR  ister. Daha çok performans puanı alır . Üstelik daha az stresli.
Daha bitmedi: Üniversite ve eğitim hastanelerinde eğitim gittikçe zayıfladı ve neredeyse durma noktasında. Çabuk hasta bak, çok hasta bak sisteminde kim kime bir şey öğretmek için yavaşlar? Yaklaşık 10 yıl sonra bence hiçbir şey bilmeyen hekimler hastanelerde hasta bakıyor olacaklar.
Bu yazıyı bütün bu yazdıklarıma itiraz edin hayır öyle değil böyle yok canım o kadar da kötü değil abartıyorsun deyin diye yazdım. Keşke itiraz edecekler olsa. Ama inanın eksiği var fazlası yok.
Bu durum nasıl düzelir ben soruyorum şimdi. Sorunlar o kadar arapsaçına dönmüş durumdaki ilk başta söylediğim gibi zor hatta bu sağlık sistemi içerisinde imkânsız gibi.
                                                                                 Feride Cihan Göktan

İlgili haberler.

http://www.haberturk.com/saglik/haber/1519209-radyolojide-cihaz-az-ama-tetkik-fazla

6 Haziran 2017 Salı

Sevinçli bir şehir: Madrid


                                                 Sevinçli bir şehir: Madrid





Madrid… İspanyolca söylenirken i harfi yükseltilerek ve d harfine vurgu yapılarak kulağa hoş gelecek bir şekilde söylendiğine dikkat ettim. Duyanlar bilir. Madrid. Gerçekten aynı söylenişi gibi İ harfinin  söylenirken yükselişine benzer  kreşendo yapan bir şehir Madrid. Eğlencenin güzelliğin mutluluğun günün çeşitli saatlerinde pikler halinde kreşendolarla yükseldiğini hele bir de benim gibi hüzünlü bir ülkeden geliyorsanız bunu apaçık hissediyorsunuz. Şehir sizi de ister istemez gülümsetiyor. Aynen böyle. Şu an Madrid’de iseniz, kafede restoranda parkta fark etmez, bakın etrafınıza herkes gülüyor. Hatta bir ara gözüm köpeklere takıldı. Uçsuz bucaksız El Retiro parkta sahiplerinin yanında dolaşan köpekler. Onlar da öyle bir sevinçli bir mutlu ki… Renkler, çiçekler, müzik, gençlerin kocaman kahkahaları, yaşlıların el ele aşkları… Mesela ünlü Plaza Mayor meydanında oturmuş biramı yudumlarken önümden aynı anda geçen insan tiplerini not ettim sizin için: Mor saçlı bir zenci, poposunun yarısı meydanda bir genç kız, saçında kocaman bir çiçek olan bir delikanlı, kırmızı ayakkabılı 80 yaşlarında ince bedenli gülümseyerek çevik adımlarla geçen bir kadın… Neredeyse aynı karede fotoğraflanacaklar birbirlerinden habersiz. Olağan bir günün neşeli sıradan  insanları.
 Bu sevinçli şehri gezerken Türkiye’den götürdüğüm kasvetli ve hüzünlü hava bu atmosferi bozar mı diye de içimden geçirmedim değil.  Hatta bu endişe ile koyu renk tişörtüm ve sıradan pantolonuma renk katsın bu kadar ayrıksı durmayayım diye hemen gidip kırmızılı yeşilli morlu   bir fular alıp taktım boynuma. Bir de hep bizimle birlikte olan o tedirginliğimiz, siyaset balçığına bulanmış düşüncelerimiz, mutsuz duruşlarımız… Neyse ki bir şey olmadı, Madrid pek hissetmedi benim bu hüznümü. Tam bir karnaval havası sokaklarda caddelerde durmaksızın akıp gidiyor gün boyu. Üstelik nasıl caddelerde akıyor? Devasa genişlikte caddeler ve sıra sıra dizilmiş  o  çok eskilerden  kalma estetik ışıklı büyülü  büyük tarihi binaların  arasından  sıradan insanların o keyifli hayatları öylece akıp gidiyor. Geçmişlerinin gölgesinde neşeyle yürüyen insanlar. Kıskanmamak mümkün değil.
Prado müzesine gittim tabii ki ilk iş olarak. Kapısında metrelerce bir kuyruk. Günün her saati böyleymiş. İçeride saatlerce kalabilirsiniz ki o kadar zengin bir koleksiyon var. 8600 tablo, 5000 çizim, binlerce baskı, değerli birçok heykel, mobilyalar, eşyalar. Sergilenen eserler İspanyol, İtalyan, Flemenk ve Flaman, Fransız, Alman resmi gibi gruplara ayrılmış. Hepsini bir defada ayrı ayrı görmenize imkan yok yani. Defalarca gidilebilecek bir müze. Daha bir dolu müze var çevrede. Neredeyse sokak aralarında tiyatrolar çıkıyor karşınıza gezerken. Ayrıca sokaklarda ressamlar müzisyenler gösteriler danslar  bir dolu. Yani sanatla tıklım tıklım dolu bir şehir.
El Retiro Parkı. Şehrin neredeyse ortasında 125 hektarlık alana yayılmış içinde 15.000 ağaç olan müthiş park. Ortasında devasa bir göl üzerinde teknelerle insanlar dolaşıyor. Gölün çevresinde kafeler restoranlar galeriler. Canlı müzik performansları ve dans edenler.  Daha ne diyeyim tam bir dolce vita. Bu manzaraya bakıp İzmir’deki 420binmetrekarelik fuar alanı için yapılan yıkım planları tartışmalar aklıma geliyor. Ellerindeki tek park gitmesin diye çırpınan mücadele eden imza toplayan insanlarımız. Ne kadar hüzünlüyüz hepimiz.
 Madrid tabii ki her güzel şey gibi çabucak bitti. Uçakta benim gibi birçok kahverengi kıyafetli pek konuşmayan artık pek de gülmeyen devamlı telefonlarına bakan bizim insanlarımızla birlikteydim yine. İki kişi aralarında zeytin ağaçlarının nasıl da böyle hunharca kesileceğinden konuşuyorlardı. O ara kulağıma gelen yüksek sesle konuşmaların, kahkahaların ve sevinçli bağrışmaların nereden geldiğine biraz da rahatsız olarak dönüp baktığımda İstanbul uçağında yalnız olmadığımızı kadınlı erkekli bir İspanyol grubunun da olduğunu fark ettim. Biz sıkıntılı sıkıntılı telefonlarımıza bakarken onlar yine renkli çok renkli kıyafetleriyle neşeli sevinçli gülüp oynuyorlardı. Aynen şehirleri Madrid gibi.  Kreşendo gibi  yükselen sevinçleriyle birlikte İstanbul’a kadar  birlikte uçtuk.

Madrid. Yine yeniden gideceğim bir şehir. İspanyollar gibi keyifle telaffuz ediyorum şimdi kendi kendime. madrİd…  madrİd…
                                                                                
                                                                                                                  Feride Cihan Göktan

                                                                                                                        Haziran /2017 






                                                                                                                        Haziran /2017