Feci'nin Blogu

27 Ağustos 2020 Perşembe

KORONA GÜNLÜKLERİ 37

 KORONA GÜNLÜKLERİ  37

Yazmasaydım çıldırırdım demiş Sait Faik o müthiş yazma tutkusu ile… Yazmasaydım delirirdim. Yazmasaydım çıldırırdım. Bugün bu müthiş sözü düşündüm ve Sait Faik’i hayal etmeye çalıştım kafamda. Sonra da kendimin bugünlerdeki yazı ile arama koyduğum mesafeyi. Sanki bana da tam tersine yazarsam çıldıracağım gibi gelmeye başladı, İki üç arkadaşım neden korona günlüklerine devam etmiyorsun ne güzel okuyorduk hadi yaz diye istekte bulundular, sağ olsunlar. Ama inanınki içimden korona günlükleri yazmak hiç gelmiyor artık. Sanki yazarsam çıldıracağım gibi hissetmeye başladım .  

            Öyle bir girdaba girdik ki. Belirsizlik, kötücül beklentiler, sanki çıkış yok gibi bir tünelin içindeyiz. Basında tecavüz, bıçaklama, kadın cinayetleri yani hiç bitmeyecekmiş gibi duran şiddet gırla gidiyor. Her gün duyuyoruz. Her gün kahroluyoruz ve en kötüsü her gün biraz daha alışıyoruz. Hatta bir arkadaşım öfke ile şunu yazmış face iletisine: Bu ülkede sadece istediği kötülüğü yapıp sonra da birileri tarafından kollanan kişiler özgürdür. Tecavüzcüler, sapıklar ve katillerNasıl bir umutsuzca kahredici bir kabullenişle yazmış!

Daha iki gün önce Giresun/ Dereli faciası. O neydi öyle? TV’de seyrederken kaskatı kalmışım. Adam bağırıyor:

” Aaa!  Aaa!  Dere geliyor, Bakın, bakın arabalar gidiyor ya…  Bir  ara  bir çocuk  gördüm direğe sarılmıştı sonra direk de yoktu çocuk da.”

 Kaybolanlar, ölü bedenler, kadavra köpekleri… Su en azgın hali ile bütün şehri önüne katıp sürükledi.  Bu manzaralar nasıl seyredilir, nasıl yazılır? Biraz daha seyretsem veya yazsam delirebilirim gibi. Spiker devam ediyor mecburen en soğuk sesi ile. Normal bir şey söylüyormuş gibi. “Sayın Devlet bakanımız, İç İşleri Bakanımız, Şehircilik Bakanımız bölgeye ulaştılar. Halkın yanındalar ve incelemeleri devam ediyor” 

Giden gitti.😪 Giden gitti. Yıkılan yıkıldı.😪 Yutkunuyorum.

Korona da tüm hızı ile hatta daha da hızlanmış gibi  devam ediyor. Hekim arkadaşlarımız ölmeye devam. Şu son bir haftadır arka arkaya vefat eden hekimlerin isimleri ve fotoğrafları devamlı ekranlarda, paylaşım gruplarında dönüp duruyor. Ne oluyoruz? Yeni korona virüs ile ilk günlere nazaran daha iyi savaşıyoruz diye düşünmemiz gerekirken ne oluyoruz ? Yine yenilgi. Hekimler birer birer ölüyor. Bir hekim arkadaşım face paylaşımında Nazım Hikmet’in şiirini bu korona günlerine atfen derin bir üzüntü ile paylaşmış:

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde."

Tam bu şiiri kahrolarak okurken bir başkası da kovid şehidi bir doktorun  inanılmaz güzel ses bandını paylaşmış. İşte böyle söylerdi diye. Kahroldum dinlerken. Ben de burada paylaşacağım iznini almadan. https://www.facebook.com/563498727/videos/10158564259398728/?id=563498727

 Belki de işte çıldırıyorum. İznini almadan yapmamam gereken bir şeyi yapıyorum ama bu güzel genç sesin hiç de böyle bir ölümü hak etmediğini herkes duysun istiyorum. Bu ses kaldı geriye. Sesler ve fotoğrafları 




Dedim ya yazdıkça deliriyorum gibi. Gerçeklerin bütün o yaratılan distopyalardan, yazılan en trajik kurgulardan daha korkunç  olduğu  hepimizin gözlerinin önünde devam ediyor. Daha ne kadar devam edecek? Bizler daha ne kadar izleyebileceğiz? Nereye kadar?

Her yerde anonslar bangır bangır bağırıyor: “yeni normal kısıtlanmış sosyal yaşam” “yeni normal kısıtlı sosyal yaşam" Daha geçen gün bir dede torununa aşkla sarılmak istedi her şeyi unutmuş eski bir alışkanlıkla. Neredeyse üç yaşında velet, hayır lütfen aramızda kovid var görmüyor musun diye kendini geriye çekti dedesinin tutkusuna inat buz gibi bir soğuk ifade ile. .

Yok yok gerçekten daha yazarsam... yok olmayacak.😪 Ben en iyisi kurgu filan yazayım. Trajik bile olsa en azından gerçek değil. Gerçek olmadığını bildiğim şeyler yazayım. Başka türlü olmayacak..                                

                                                                                    Feride Cihan Göktan

                                                                                     27.8.2020

                                                                                                           

                                                                                  

                                                                                                             

                                      


6 Ağustos 2020 Perşembe

İYİ BEYRUTLAR !

                 Türkiye’den çıkıp daha doğuya gitmek…

Gün batımından güneşin doğuşuna doğru gitmek gibi; Doğu’nun büyüsü kamaşıyor içinizde önce… Sanki dünyanın el değmemiş hali, insanların daha masum olduğu topraklar, yağmurların daha özgürce yağdığı, yaprakların güneşe, güneşin toprağa karışıp ayrıştığı sonra yeniden karıştığı sonsuz bir dinginlik halini düşlüyorsun Batı’nın karmaşasından bakarken.  Sonra aklıma savaşlar geliyor hemen: yıllardır bitmeyen Ortadoğu savaşları. Dünyanın daha masum haline gitme yanılgısı bıçak gibi kesiliyor içimde. Savaşlarda ölen küçük çocukları ve egzotik müziğin kıvraklığında raks eden Arap dansözlerin gözyaşlarını görür gibi oluyorum.

Bütün bunlar aklımdan geçerken arkadaşım gözlerini devirerek “neden şimdi gidiyorsun ki, çok karışık oralar?” diyor.

Haritayı açıyorum önüme ve tekrar huzursuzlukla bakıyorum bir hafta sonra gideceğim Orta Doğu coğrafyasına. Lübnan… Kocaman Akdeniz coğrafyasında küçücük bir ülke. Akdeniz’in köşesinde virgül gibi duruyor. Batı uygarlığını Doğu’dan nazikçe ayırarak, Akdeniz uygarlığı ile Arap toprakları arasında bağlantıyı kesmeden virgül şeklinde duruyor.

                                                       

İşte tam bir hafta sonra İstanbul Beyrut hattı ile indiğim Refik Hariri Havaalanı’nda tam tamına bu virgülün ortasındayım; etrafım Beyrut… Gece karanlığında caddelerden akan ışık seli olmuş arabalar... Işık seline kapılıp gidiyorum ben de. Gündüzleri gecelerinden tamamıyla farklı Beyrut’un. Gecenin örttüğü iç savaşın kötücül yüzü, gün ışığında yüzünüze tokat gibi çarpıyor. Duvarlarında kurşun izleri ile şehrin göbeğinde ki tiyatro binası, neredeyse her sokak arasında kurşunlanmış yarı yıkık evler ve evlerdeki acılı savaş öykülerini göstermemek, kapatmak istercesine balkonlarda aşağılara sarkan bazıları yırtılmış, bazıları sararmış hüzünlü perdeler. Her yerde barış anıtları var. Beyrutlular savaşın acılarını sarmak için tüm güçleri ile şimdi de barış için savaşıyorlar. Çan seslerinin ezan seslerine karıştığı Hamra Caddesinde, Hıristiyanlar, Marunîler, Filistinliler, Müslümanlar, Dürziler birbirlerine karışarak, sırt sırta, yan yana yürüyorlar. Bugünlerde şehrin ortasında en işlek caddede Yunan Ortodoks ve Maruni kilisesi ile Muhammed al Emin cami arasındaki alanda yapılan arkeolojik kazı alanı üzerine Affetmenin Parkı’nı” açacaklarmış. Her şeyi unutmak ve affetmek için…

 Beyrut’un dışına, dağlık bölgeye çıktığınızda doğanın inanılmaz güzelliği tüm etrafınızı kaplıyor. Akdeniz’in o çılgın mavisine karışmış palmiye ağaçlarının saçaklarının arasından batan kocaman Doğu güneşinin ışıkları, tarih öncesi zamanlardan itibaren Roma, Bizans, Memlük ve Osmanlı yapıtlarını, en gizemli yansımalarla aydınlatıyor. Dünyanın en uzun sarkıtının olduğu Jeitta mağarasında suyun fısıltı sesini duyarak dolaşırken bu şehirde katmanlar halinde kaç Beyrut olduğunu düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Buraya gelirken “iyi Beyrutlar!” diyen arkadaşıma hak vererek gülümsüyorum ve turunç ağaçlarına asılı tabelalardaki yönlendirilmiş işaretlere bakarak başka bir Beyrut görüntüsü ile karşılaşma umuduyla hiç yorulmadan dolaşmaya devam ediyorum Beyrut ve çevresini.

            Beyrut, ışıkları, hüzünlü perdeleri, savaş öykülerine karışmış yeni yeni duyulan çocuk kahkahaları ile ölümü yakından bilen yaşayan bir bilge şehir.  Akdeniz’in en doğusunda küçücük bir virgül gibi öylece duruyor. İçinde her türlü rengi barındıran bu ebruli kentte gördüklerim, yediklerim ve hissettiklerim muhteşemdi. “Ebruli” bir yolculuk için İstanbul-Beyrut uçak tarifelerine bakmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. 

            “İyi Beyrutlar…”    

                                                              

                                                                                                              Feride Cihan Göktan

            not.. 2011 aralık / Radikal  2 de yayınlanmıştır.