Feci'nin Blogu

29 Aralık 2018 Cumartesi

Daha… Daha… Bir Daha… Hoş geldin 2019



                                     Daha… Daha… Bir Daha…
                                         Hoş geldin  2019

Yeni bir yıla daha giriyoruz. Daha… Daha… Bir Daha…  Bu yıla kadar her yıl yeni bir yıla daha girdik. daha… bir daha  Bu kadar biteviye bir kelimenin böyle köhneleşmiş ve kötüleşmiş bir dünyada hâla  bir heyecan yaratıyor olmasının sebebi insanoğlunun o muhteşem iç sevinci. Bitmek tükenmek bilmeyen yaşama içgüdüsü. Her şeye rağmen gördüğümüz şahit olduğumuz bu kadar kötülüğe, savaşlara, katliamlara ve her yılın daha da kötüye gittiğini bilmemize rağmen yine de her şey daha güzel olacak inancı.  O çocuk yanımız. Umut etme becerimiz.  2019’a girerken  vitrinlere bakın.  Parıltılı payetli elbiselerle dolu. Şıkır şıkır. Sanki dünya sevinçle dönüyor zannedersiniz bu vitrinleri görünce. 2019 payet modası. Pırıl pırıl  elbiseler ve pırıl pırıl bakışlar... Oysa ne kadar soluk ve  donuk  yaşadığımız dünya. Savaşlar, yoksulluk, göçler, katliamlar, kayıplar, eşitsizlik ve parıltılı vitrinlere  hayranlıkla bakan 2018 insanları.  
Her şeye rağmen gülümsememize, yeni bir yıla yine de umutla bakmamıza neden olan, bu çocuksu sevincimizin yanı sıra muhteşem direnme gücümüz bence. Aslına bakarsanız o derinlerdeki hani neden olduğunu anlayamadığımız yaşam sevinci, her şeye rağmen parıltılı bakışlarımız belki de direnme gücü ve  üstesinden gelme duygusunun ta kendisidir.
Yeni bir yıla daha giriyoruz. Umutla ve direnerek…
Pembe gözlüklerinizi takın. Parıltılı payetli elbiselerinizi giyin. Ama tabii ki kılıçlarınızı da kuşanın. Direnin.
Direnmek umuttur aslında. Kötülüğe, eşitsizliğe, sevgisizliğe direnme vakti.
Hoş geldin 2019…
Yeni yılınızı kutluyorum. Dünya daha güzel olacak…Güzel şeyler göreceğiz.

                                                                                                         Feride Cihan  Göktan
                                                                                                   2018’in sonu.. (iki gün önce)

2 Aralık 2018 Pazar

Dr.Yavuz Dizdar'a cevabımdır.


                                                             Dr. Yavuz Dizdar’a cevabımdır:
 Doktor Yavuz Dizdar yeni kitabının tanıtımı için bir basın toplantısı yapmış ve tuhaf açıklamalarda bulunmuş. Tekrar ediyorum kitabını piyasaya tanıtım için oldukça tuhaf açıklamalarda bulunmuş. Tuhaf olduğu kadar da abes açıklamalar.
"Hasta olmayın ama hasta olursanız da tıbba çok fazla güvenmeyin. Doktorlar aşırı derecede paraya meftun olmuşlar, bağlanmışlar"
Bunu bir doktor hem da bu mesleğe yıllarını vermiş bir doktor söylüyor. “Tıbba güvenmeyin ve doktorlar vicdansız olmuşlar. Paraya meftunlar” diyor. Bu lafları sistemdeki çarpıklıklar nedeniyle hastasına çare bulamamış gariban bir hasta söylese anlayacağım. Ona gerçeğin öyle olmadığını anlatmaya çalışacağım. Çünkü hasta ve hasta sahibi sistemin içinde değil.  O sadece doktoru görüyor muhatap olarak. İyi de bunu söyleyen bir doktor. Bu işin içindeki biri. Ne demek doktorların çoğu vicdansız? Ne demek tıp sektörünün temsilcileri seksen yıldır yatmış, sadece teknoloji gelişiyor, tıp değil. Yok efendim, eskiden hastalara muayenehane hekimleri haftada bir gün parasız bakarmış da şimdi böyle bir şey olmuyormuş… Hepsi deli saçması. Yok, aslında deli saçması değil bir kitap tanıtımı için doktorluğu, doktorları ve koskocaman tıp bilimini ayaklar altına almak. Etik kuralları yerle bir etmek.  Doktor bey vicdandan bahsetmiş devamlı. Doktorların çoğunun vicdansız olduğundan. Ben bu doktor beye ne diyeyim şimdi?
Benim cefakâr doktor arkadaşlarım. Yıllarını sabahtan akşama akşamdan sabaha bu mesleğe adamış, insanların en mahrem anlarının sırdaşı, en korunmasız anlarının yardımcısı olmuş. Hayat ile ölüm arasındaki o ince çizgide hastası için mücadele vermiş benim cefakâr arkadaşlarım. Performans ve prim sisteminin içine sıkıştırılarak günde 100 hastaya bakmaya zorlanan gecesi gündüzüne karışmış arkadaşlarım. Acil servislerin başvuran tüm hastaları bakmak zorunluluğu getirildiği bir ortamda gerçek acile zaman ayırmakta zorlanan,  tekmeli tokatlı acil koridorlarda bir şeyler yapmak için çırpınan arkadaşlarım. Sabaha kadar uykusuz nöbetlerinin, sayısız mesai dışı çalışmalarının ve zorlu mesailerinin, en uzun eğitim yıllarının karşılığı olarak emekli maaşları hiç kimsenin inanmayacağı kadar az olan hakkı hep yenmiş benim kadri bilinmeyen arkadaşlarım. Şimdi kalkmış içinizden biri size vicdansızsınız diyor, bunlara güvenilmez diyor, parasız hasta bakmıyorlar, gözlerini para bürümüş diyor. İçimizden biri diyor bunları. İçimizden birileri vicdansız, kadir bilmez, gözünü para bürümüş olabilir. Doğrudur.  Bakın mesela Dr.Yavuz Dizdar kitabının tanıtımında ticari kaygılarla bütün bir hekim camiasını suçluyor.
Yavuz Bey, keşke çıksanız da ben böyle demedim, gazeteciler çarpıtmışlar deseniz. Ya da en azından özür dileseniz hepimizden. Belki o zaman kitabınızın yolu açık olur. Yok vazgeçtim bu dileğimden. Sevgili arkadaşlarımdan tepki aldım nasıl yani bir de kitaba yol mu veriyorsun dediler. ve haklılar...Özür dileseniz bile bu haksızca söylemler nedeni ile kitabın yolu açık olamaz zaten.

                                                                                                       Feride Cihan Göktan



Dr. Yavuz Dizdar’ın açıklamaları aşağıdadır.
https://www.medimagazin.com.tr/guncel/genel/tr-yavuz-dizdardan-doktorlarla-ilgili-sok-tespit-doktorlar-vicdanlarini-kaybetti-11-681-79443.html

24 Kasım 2018 Cumartesi

Öğretmenler Günü (ama bütün öğretmenlerin değil!)

                          Öğretmenler  Günü (ama bütün öğretmenlerin değil)


Bugün Öğretmenler günü... Bütün öğretmenlerin gününü kutluyorum. Bugün böyleydi hep iletiler. Her yerde bu yazılıydı. Bütün öğretmenlerimizi saygıyla anıyoruz. Çok yanlış.  En azından böyle günlerde hazır vesile var iken iyiyi ve doğruyu aramalı. Kötü olanı sergilemelidir. Ne demek bütün öğretmenleri saygıyla anmak? Nefretle andıklarınız hiç olmadı mı? Hayatınızı kötü damgalayanlar, sizi çıkmaza sürükleyenler, içinizde derin yaralar açanlar...  Ama bakıyorum iletilere hepimizin öğretim hayatından gelmiş geçmiş öğretmenler bir melek. Ama tabii ki bu yaraya dokunarak gerçekleri yazanlar da var. Örneğin kızımın okul arkadaşlarından Alper şöyle bir kısa anekdot yazmış hayatında karşılaştığı öğretmen tiplerinden biri için:  
Ben:  hocam siz şimdi böyle böyle dediniz ya, benim aklıma pek yatmadı. Niye öyle?
Hoca: yavrum kravatın nerede senin?
Ben: ya kravatı demiyorum hocam, o iş niye öyle diyorum? Neden?
Hoca: müdür yardımcısına git kravatım yok yine hoca attı sınıftan de!
Ben: e peki  benim sorum ne olacak?
Hoca: müfredatta yoktu zaten.
Okul budur.
Sizlerde böyle bir öğretmenle karşılaşmadınız mı hiç? Hepinizin gülümsediğini hissediyorum. Karşılaştınız. Böyleleri var. Çocuklardaki merakı körelten.  Hatta meraklı öğrenciyi inciten, öz güvenini yaralayan. Alper haklı burada... Her öğretmen kutsal değildir.
Alper kendi öğretmenini cesaretle deşifre etmiş. Sosyal medyada yazdığı için ben de ondan izin alarak buraya aktardım. Sadece okul başarısına odaklanmış anneler,babalar  ve öğretmenler için de önemli buraya alıntıladığım paragraf. Birçok şey düşündürüyor insana. Ayrıca benzer örneğini hepimiz gördük. Şöyle yazmış iletisinde:
İlkokul öğretmenim, öğretmenler günü için önceden sipariş verirdi. Sınıfın velileri aralarında para toplar alırdı. Şu model buzdolabını, isterdi mesela. Modeliyle söylerdi. Alırdı veliler. Ödevini yapmazsan yaramazlık yaparsan falan feci dayak atardı. Ben de inatlaşırdım onunla. Hiç ödev yapmadım yani. Her gün dayak yedim. Kulaklardan tutup kafayı sıraya vurmalı falan. 
Torpille vermişti annemler beni o hocaya. Türkiye birincileri çıkarıyormuş. Bizim sınıftan da çıktı. 3 birinci vardı, Robert’i kazandılar ama bitiremediler. Ben de Saint joseph’i bitiremiyordum neredeyse. Kadının “ileride başırılı ol” diye bir derdi yoktu. O sınavda başarılı olacaktın ki gelecek öğrenciler de torpil falan yaptırabilecek varlıklı arkası sağlam öğrenciler olacaktı. O da 105 ekran televizyon isteyecekti öğretmenler gününde. Gelecekte ne olursun onun umurunda değil. Sınav kazandırma hocasıydı o.
İşte insanın hamuru ile oynayan ruhumuzda derin izler bırakmış insanlardan biri öğretmenlerimiz. Bütün eğitimimiz süresince. Özellikle ilkokul ve ergenlik dönemlerinde kişiliklerimizin yapı taşlarına oturan insanlar. Yukarıdaki gibi kötü ve tuhaf olanlar var. Tam tersine mükemmel, iyi ki karşılaşmışız, iyi ki benim öğretmenim olmuş dediklerimiz de var.Benim ilkokul ve ergenlik dönmemi öğretmenlerimden muhteşem olanlar vardı mesela. Onlara minnettarım. Ama Alper şanssız rastlaşmalar yaşamış. O nedenle bütün öğretmenlerin günü kutlu olsun demeyeceğim. Herkes hak etmiyor böyle bir şeyi çünkü.
Bu mesleği severek yapan, öğrencilerine şefkat ve sevgi duyan,  onları iyi yetiştirmek için elinden geleni yapan sevgili öğretmenlerin öğretmenler gününü kutlu olsun. Ayrıca bende ve kızımda emeği olan öğretmenlere minnettarım.
                                                                                                                     Feride Cihan Göktan

18 Kasım 2018 Pazar

Napoli’nin Sırrı. Ne sırmış be!





Üniversiteden bir arkadaşım Ferzan’ın filmine git, beğeneceksin deyince,  hava şartlarına aldırmaksızın  yağmur çamur demeden  bir  arkadaşımla birlikte gittim.
 Karaca’da oynuyor. Salon küçücük haliyle dolu görünüyor. Çok fazla bir reklam göstermeden başladı. Arkadaşım gerilim türü imiş diye uyardı film başlarken.  Napoli’nin Sırrı. Ferzan Özpetek  damgası  var. Güzel bir film seyredeceğiz duygusu… Neyse, film bir adamı merdivenlerden inerken kurşunlayan hem de kararlı ve acımazsızca kurşunlayan bir kadının perişan yüzünün görüntüsü ve hemen arkasında beliren küçük bir kız  çocuğunun şaşkın bakışlarının ekranda donduğu gerilim sahnesi ile başladı.  Bir sonraki sahne yine gerilimli bir teatral sahne (erkek kadın ilişkilerinin anlatıldığı mitolojik öğelerle süslenmiş)  Hemen sonra oldukça sert erotik sahnelerle film akmaya devam ediyor.  Film kahramanı bir adli tıp uzmanı kadın doktor.  Hastaneden çağrıldığında otopsisine girdiği adamın bir gece önce ilk defa görüp tanıştığı ve birlikte olduğu adama ait olduğunu cesedin kalça üzerindeki dövmesinden anlayıp haliyle baygınlık geçiriyor. Cesedin gözleri oyulmuş. Korkunç bir sahne. Buraya kadar anlattığım gerilimli başlangıç ve çok sert erotik sahneler sonrasında film gelişmeye başlıyor. Cesedin kimliği araştırılıyor. Bu arada doktor hanım,  o gece birlikte olup sonra otopsisine girdiği adamı caddede, metroda görmeye başlıyor. Hayal görüyorum diye büyücüye filan gidiyor. Sonra adamın gerçek olduğunu ve ikizi olduğunu öğreniyor. Yani tuhaf yok canım bu kadar da olur mu, Brezilya dizisi gibi oldu diye aklımdan geçiriyorum.
Filmin ikinci yarısında ailenin sırrı açıklanıyor: O küçük kız, filmin başındaki cinayete şahit olan o küçük kızın, filmin kahramanı olan adli tıp uzmanı  olduğunu şıp diye anlıyoruz. Film süresince bir yandan cinayet araştırılıyor, bir yandan katledilen adamın ikiz kardeşiyle yaşanan yine başlangıçtaki gibi sert aşk sahneleri.  Erotizmden pornografiye kaçmış sahneler.
Tuhaf bir film.  Gözleri oyulmuş bir ceset. Gözleri oyuk bir biblo. Tarihi eser kaçakçılığı yapan bir şebeke. Katil suratlı  bir sevgili. Film hiçbir şey olmamış gibi bitti.  Herkes birbirine o neydi bu neydi diye soruyordu yüksek sesle… Kısaca güzel bir film değildi. Arkadaşım da filmin sonunu anlamadım deyince kahkaha ile gülmeye başladık. E, filmin sonunu anlamadıysak zaten hiçbir şey anlamamışızdır, dedim ona. Takside konuşmaya devam ediyoruz. O neydi, bu neydi diye… Ya dedi, şimdi Caner abi  olsa bunu anlatırdı, ya da Recep olsaydı kesinlikle anlar bize anlatırdı. Arkadaşımın bu lafına çok içerledim. Ya dedim, biz geri zekalı mıyız? Dur dedim ben sana anlatayım da, gözüne gireyim. Önce, bak  dedim, bu kız çocuğunun travmasını düşünelim. Annesi,  babasını gözünün önünde öldürüyor sonra da kendisi intihar ediyor. Sebep de babasının başka bir kadın (teyzesi)  tarafından annesinden çalınması…  Yani filmde gözlerin şahitliği var ve sadakatsizlik var ve korkunç bir travma var. Bu travma nedeniyle kahramanımız gerçek bir ilişki yaşayamıyor, dedim. O otopsisini yaptığı adam gerçekten bir tarihi eser hırsızı. Kadın bir gece önce bu adamla birlikte olduğunu  hayal ediyor sonra tekrar hayal ederek ona bir ikiz kardeş uyduruyor. Anne/baba travması gerçek hayatla bağlantısını koparmış yani. Arkadaşım bu açıklamamı beğendi gibi ama yine de itiraz etti: yok dedi,ilk sevgili gerçekti hayal değildi.Fotoğraflar var dedi. Haklıydı. İyi de o zaman pek bi basit olur senaryo. Çocukluk travması ile hiç tanımadığı bir adama deli gibi bir gün içinde aşık olması ve her yerde onun hayalini görmesi arasında nasıl bir bağlantı var? 
 Yani benim bu açıklamalarım da pek tutarlı değil gibi. O tarihi eser kaçakçısı ile  meslektaşı otopsi arkadaşının arasındaki ilişki ne? Ailesinden o üç kadının bu cinayetteki rolü ne? (o üç akraba kadın da kaçakçı mı?) Sonrasında ikinci otopside gösterilen o şişman kadın cesedi kim? Büyücü kadın mı? Neden öldürülmüş? Biz gerçekten geri zekalı mıyız?  Bakalım arkadaşımız Caner Fidaner anlamış mı? Recep bize anlatabilecek mi?  
Valla , Ferzan Özpetek’in bu filmini  beğenmedim.  Bir kere çok sert. Rahatsızlık verici. Ayrıca anlaşılamayan ilişkiler ve derinliği verilemeyen diyaloglarla dolu. Müzik ve Napoli görselliği için  tabii ki güzel. Ama  gitmezseniz bir şey kaçırmış olmuyorsunuz. Bence tabii ki…
                                                                                                    Feride Cihan Göktan

22 Ekim 2018 Pazartesi

Lizbon (Capcanlı Bir Şehir )


           
          (Kısacık bir toplantı programı nedeniyle bulundum)
Koridor tarafında olduğumdan pencere yerine önümdeki küçük ekrandaki haritaya bakayım bari… İstanbul çıkışı neredeyse 5 saat olmuş. Şimdi 366 km. uzaklık veriyor hedefe. Zemin hızı 892Km/h yazıyor ekranda. İber Yarımadası’na bakıyorum. Hani şu dünya tarihinin bir köşesinde, aynen diğer bir çok köşeleri gibi acılarla, savaşlarla, gözyaşları ile harmanlanmış  toprakların, İber Yarımadası’nın üzerindeyim. Tarihin en eski uygarlıklarının topraklarına doğru, havadan gittikçe yaklaşıyorum. Gözüm haritada. İber yarımadası. Ne kadar  masum duruyor. Sanki  bu topraklarda hiç savaşlar olmamış, hiç acı çekmemiş, hiç çektirmemiş gibi, Akdeniz’den  boynunu  uzatmış  Afrika’yı  öperken. Afrika’yı öpüyor hiçbir şey olmamış gibi. Afrika şehirlerinin isimlerini de görüyorum haritada Casablanka mesela. Belki bir gün giderim.
Alçalmaya devam ve iniyoruz.
Lizbon… İlk önce havası alıyor insanı.  Bir İzmirli olarak cebimde getirdiğim güzel havayı bu güzel havaya bırakıyorum. Mis gibi. Güneş parlak, insanlar cıvıl cıvıl. Portekizcenin o  biraz da kulağı tırmalayan tınısı  ile capcanlı bir şehrin içindeyim. Uykusuzluğum filan geçti. Ben de onlar gibi keyifli canlı katıldım kalabalığa…
            Bu şehirde, bu kısacık zaman diliminde ne yapılır? Ne yapılabilir? Bir de toplantıya katılmak gerek. Kongre merkezi inanılmaz ihtişamlı. Metro ile rahat ulaşılabilen devasa bir bina. Nehir akıyor yanından. Yükseltilmiş bir geçit ile iki ana blok cam tüp ile birbirine bağlanmış. Yapı, donuk beyaz  taş bir kütlenin göğün mavisi ve nehrin akan ışıltıları ile refle veriyor gibi yansıyor. İçiniz sanki o sonsuzluğa açılıyor. Bir ferahlama, bir özgürlük duygusu…Kongre merkezinin ismi de çok ilginç. Bilinmeyen için . (Champalimaud Centre for The Unknown ) Böyle bir merkezde bilinmeyenin peşinde olmak nasıl bir şeydir acaba?

            Şehirdeki insanların hareketliliği ve gülüşmelerinden, bu güzel binaya rağmen buradakilerin bilinmeyenlerden çok bilinenlerin peşinde olduklarını düşünüyorum. Hayatın. Evet, hayatın peşindeler.  Dans ediyorlar, güzel müzikler dinliyorlar, okyanusun kıvrımlarında güneşten  esmerleşmiş bedenleri ile denize giriyorlar. Muhteşem balıkları ve biraları ile yüksek sesli kadın konuşmaları etrafta. Burada hiç şehir uyumuyor gibi. Hem şehir, hem insanlar hep hayatın içinde. 
            Arnavut kaldırımlarına takıldı gözümüze. O kadar güzel görünüyorlardı. Bizde de vardı dedi kızım. Pasaport iskelesinde Alsancak’a giderken. Ah evet, dedim hatırlıyorum. Anneannem yıllar önce kaldırımlar söküldüğünde gençliğimizi de söküp atmışlar demişti hiç onu unutmuyorum, dedi yüzünden geçen hüzünle. Hatta günlüğüne not etmiş anneannesinin söylediğini. İşte diye düşündüm  buradaki insanların gençliklerini söküp atmamışlar. Bu nedenle hep genç gibi duruyorlar.

            Lizbon, merkezinden uzaklaştıkça daha bir romantikleşiyor kıyı boyu. Atlas okyanusunun o uçsuz bucaksız maviliği sizinle birlikte bir tren vagonunda ilerlerken biraz sonra varacağınız Cascais isimli tatil beldesine yaklaşmakta olduğunuzu ve gittikçe yaklaştığınızı hissediyorsunuz daha da güzelleşen yeşilleşen yol ile. Muhteşem bir kıyı yolu. Cascais’ta sokaklar yine müzikle dolu, güvercinler taşmış her yerde sere serpe dolaşıyorlar..
Akşamın o büyülü kızıllığında daha da beyaz görünen irice martılar. Martılar ve güvercinler her yerde.
            Lizbon Güzel bir şehir. Capcanlı. Hiç uyumayan.
 
            Bu yazıyı Portekiz  aşığı meşhur  Portekizli şair Fernando Pessoadizeleri bitirmeliyim.

"ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim
ama bende dünyanın tüm hayalleri var."
                                                                                                                   



                                                                                                                      Feride Cihan Göktan


2 Ekim 2018 Salı

Bu Kaçıncı KURBAN? Kaçıncı Sağlıkçı ?


                                  Bu Kaçıncı KURBAN? Kaçıncı Sağlıkçı ? 

CNN haberlerini izledim. Her zamanki gibi enflasyon rakamları, siyaset dünyasından kavgalar, meclise idam cezası teklifi, af tartışmaları hatta İngiltere’de  bara giren bir at görüntüleri…  Bugünkü o vahim olaydan tek bir kelam yok. Alt yazı olarak geçti. Evet, haklarını yemeyeyim şimdi.  Şükür ki alt yazı olarak geçti.  İstanbul’un göbeğinde, gündüz vakti, hastanede odasında bir doktor hunharca saldırıya uğradı. Yoğun Bakımda.  Artık haber değeri yok.  Neyse ki alt yazı olarak geçti.
Bir doktordu katledilen. Şu anlarda beyin ölümü gerçekleşmek üzereymiş. Yıllardan beri insanlara yardım için çalışan ‘o beyin’ ölmek üzere. Çünkü bir vatandaş bir doktoru katletti durup dururken hastanede. Odasında. Bir doktoru. Sabahın erken saatlerinden itibaren gece yarılarına kadar hatta gece yarısı sonrası telefonlarla bağıra çağıra hiç fütursuzca aranan ama hep şefkatli bir sesle cevap vermesi, çağrılırsa gitmesi gereken bir meslek erbabından bahsediyorum. Bu erbaplığı da,  yani gece yarıları kalkıp hastaneye gitme, gereğinde ameliyata girme ehliyetini  ve cür'etini kazanmak için de en az on yıllık bir  eğitimden geçmesi şart. Hem de ne eğitim. Sabahtan akşama,  akşamdan sabaha hiç durmadan çalışacaksın. Sapsarı benizlerle, yenmemiş öğünlerle, yaşanmamış gençlik günlerinle birlikte geçireceğin en az on yıllık eğitim.  Sonra mecburi hizmetlere gideceksin. Pratisyen iken, uzman iken ,eğer daha çok öğreneyim diyorsan yan dal eğitimi …sonra yine mecburi hizmet…işte dediğim gibi bütün bunlardan sonra  erbap olup hastaların için gene helak olmaya devam edeceksin. Hastanede işin asla bitmeyecek. Markette, yolda, yolculukta, asansörde devamlı hizmete devam. Gece yarısı mesaisi ne ki? Bu işin blok mesaileri var. Yani bir haftalık blok nöbetler, üç günlükler, bayram blokları… Sonuçta doktorsun. Sen seçtin hiç kimse seni zorlamadı. Doktorlukta çok kutsal meslektir canım. Buraya alaycı kahkahalara karışmış hıçkırıklarla fışkıran gözyaşlarımı  koyuyorum. Çok kutsal meslektir canım. Her gün neredeyse birini kurban edecekler.
 Kutsal meslek oluyor da ne oluyor? İşte bakın bir CNN haberde  spiker ağzına bile almıyor. Bir doktor saldırıya uğradı. Bir doktor yanlış giden bir şeyler yüzünden katledildi  demiyor… Ha, alt yazı geçti günahlarını almayayım şimdi.
Bu kaçıncı ya? Bu kaçıncı?
CNN artık yakında alt yazı bile geçmeyecek.
Yazıktır, günahtır. İnsanlık için insana yardım etmek için çalışan bir beyin ölümü gerçekleşmek üzere.Neden? Çarpık giden bir şeyler yüzünden.
Eyy CNN!  Bundan daha önemli bir haber var mı?
Doktor arkadaşımız vefat ettikten sonra gece haberlerinde   bir dakika içinde gece haberinde söyledi ... çok Üzgünüz 
                                                                                                               Feride Cihan Göktan


29 Eylül 2018 Cumartesi

Kasırgayı Beklerken


Kasırgayı Beklerken 

İki günden beri gözlerimi yapraklara diktim. Bütün dikkatimle bakıyorum. Kımıldıyorlar mı diye? Hayır. Kıpırtısız ve sessiz öylece duruyor koca koca ağaçların yaprakları. Tuhaf bir sessizlik var. Dün gece de öyleydi balkon.  Bu sabah da. O kadar sessiz ki ortalık üst kat komşumun konuşmalarını duyuyor gibiyim. Sanki şehrin sesi emilip bir yerlere gitti.  Hiç olmazsa bir matkap sesi duysam dedim valla. Bunu bile dedim. Bak mesela şimdi sadece yazdığım harflerin tuş seslerini duyuyorum başka hiçbir ses yok. Fırtına gelecek bence…
Karşımdaki apartmana 112 geldi. Hiç sirensiz filan. Merakla baktım hangi balkonda hareket var, hangi perde açık diye. Hiçbir hareket yok apartman taş gibi cansız öyle duruyor. Karşımdaki apartman hep taş gibi zaten.  Hiç kimseyi görmem bilmem tanımam.  Biraz sonra saçı başı dağınık genç bir kız 112 görevlileri ile birlikte çıktı ve ambulansa bindi. Delirmişti herhalde.  Apartman katlarına tekrar göz gezdirdim balkonda pencerede bir hareket var mı diye… Tık yok. 112 gitti.
Karşı kaldırımdaki bir arabanın altından incecikten bir kedi miyavlaması geliyor. Normalde bu ince sesi duymaya imkân yok bu saatte. Şimdi duyuluyor. İki genç kız arabanın altına eğilip kediciği dışarıya davet ediyorlar bıkmadan usanmadan. Yoldan geçen biri süt verin diyor ve gidiyor. Kaçıncı katta olduğum halde duyuyorum bütün bu konuşmaları ve kedinin çığlığını… Süte etraftaki bütün kediler geliyor ama kaportadaki kedi bir türlü çıkmadı. İki kızcağız yarım saat uğraştılar ve gittiler. Araba hala aşağıda duruyor ve kedi altında. İnsanlar gelip geçiyor. Bu sessizlikte kedi çığlığını duyarak geçip gidiyorlar.
Kapı çaldı açtım. Kapı görevlisi bir şey istiyor muyum diye soruyor. Yok dedim. Hazırlandın mı fırtınaya diye de sordum. İki tane 5 yaşında kızı var. İkiz.  Ne yapabilirim ki, dedi. Ya dedim mum al belki ışıksız kalırız hatta apartman için de alalım merdivenlere koyarız. İyi söylediniz benim hiç aklıma gelmedi dedi. Işıldak da olabilir, dedim. Yok, o pahalı onu alamam şimdi. Ben mum alayım dedi. Ben de düşündüm ki bugün kendime bir ışıldak alayım. Ona söylemedim artık. Bana ışıldak al diye… Keşke iki tane ışıldak al biri sana biri bana deseydim.  Ama nedense söylemedim işte…
Sonra da, ya zaten bi şey olmaz, dedi. Nereden biliyorsun dedim. Önce İtalya sonra Yunanistan onun hızı kesilir bize gelinceye kadar.  Ben yüzüne öyle endişeli bakmışım ki arkasından hemen ilave etti.  Allahın işi bilinmez ki… Belki de… Yüzünde bin bir soru ve endişe ile merdivenleri indi sonra. Mum alacağı kesin.
Aşağı kattaki köpek nedense çok havladı.  Benim kedi koridora işedi.  Çıktım balkona tekrar gözetledim yaprakları.  Hiç hareketsiz öyle duruyorlar. Karşı apartman taş gibi… İncecik kedi çığlığını duyuyorum.
Ve  vatssup çığlığı: Şu an Midilli’de… Yönü değişmezse Çeşme/Ovacık’tan girecekmiş.
Anaforlu hayatlarımıza bir kasırga format atmaz inşallah… Korkarak bekliyoruz.
                                                                                                         Feride Cihan Göktan
                                                                                                        29.9.2018 /cumartesi           
                                                       
      


22 Ağustos 2018 Çarşamba

Karşıyaka’da artık deniz yok!


        Bugün sosyal medyada tatilcilerin terk ettiği  “boş İstanbul, hoş İstanbul” görüntülerini görünce, çıkayım da "Boş İzmir" hadi daha popüler olsun "Boş Karşıyaka, Hoş Karşıyaka"  görüntülerini ben de sosyal medyadan paylaşayım  dedim. Sonuçta burası da İzmir Karşıyaka. Aklımca güzel sakin dalgaların çırpındığı sahil görüntülerini fotoğraflayacağım. Kıyıda balık tutanların sıralandığı, bir iki sevgilinin banklarda sarmaş dolaş oturduğu, martıların uçuştuğu, kırlangıçların durup durup  yerden göğe doğru savrulduğu İzmir Karşıyaka Bostanlı sahil şeridini. Ha bir de midyecilerin bu erken saatlerde birbirlerine seslenişlerini duyacağımı düşünerek. Karşıyaka/Bostanlı sahili sabahın erken saatleri ve gün batımlarında pek bir güzeldir. Son yıllarda kalabalıklaşsa da bu bayram sessizliğini fırsat bilerek gideyim bir göreyim dedim. Ah, Ah,Ah... sonsuza kadar ah… Bir de ne göreyim ne sahil kalmış, ne şeridi… İzmir Büyük Şehir Belediyesi,  verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz,  diye ardı ardına çekmiş metalik renkli levhaları. Sahili yok etmişler. Sahil yok. Deniz Yok. Dalgalar yok. Balıkçılar Yok. Midyeciler yok. Sevgililer yok. Kocaman kum yığınları, taş yığınları, geçilemez uyarıları ve yıkıntılar, devamlı yıkıntı döküntüler… Ha bir de özür dilediklerini belirten metalik renkli kocaman panolar sıra sıra... Deniz kıyısı ama denizi yok. Denizi çalmışlar. İzmirliler de yani biz İzmirliler ve Karşıyakalılar öylece bakakalmışız bu denizi bizden çalmalarına neredeyse bir senedir belki de daha fazla olmuştur.




Ne istediniz o denizin kıyısından diye,  şimdi ben bu sabah oradan geçen bir İzmir /Karşıyakalı vatandaş olarak soruyorum: Gerçekten ne istediniz? Benim bildiğim bir problem yoktu. (bilen varsa söylesin) Yılladır sahile çıkar uzun bir kıyı yürüyüşü yapar, bazılarımız koşar, bazılarımız oturur, balık tutar… Öyle bir yerdi. Deniz/ kıyı/dalgalar/martılar/insanlar… Gerçekten ne istediniz? Karşıyaka’da ve Bostanlı /Mavişehir bandında bu kadar çok problem varken (park problemi, ulaşım problemi, pislik ve çöp problemi, pazar yeri problemi, vs. vs…) gidip de neden denizimizi bizden çaldınız? İzmir Büyük Şehir Belediyesi,  verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diliyormuş. Özür dilemekle bitiyor her şey nasılsa. Ama bakın o metalik levhalara neler yazmış insanlar!  Ben de bu panolara yazılanları fotoğrafladım. RANT VAR, BETON VAR, ÇİM YOK, YALAN… Buranın halini gören  eksiğini değil  kesinlikle daha fazlasını geçirir içinden.
Bütün bu üzülmüşlükle devam ettim yoluma, kaybolan deniz ve o çirkin özür dileyen metalik renkli panolar boyunca. Yasemin Kafe geldi karşıma. O taş yığınları sonrasında eciş bücüş kenara sıkışmış gibi kalmış o da… Zavallı bir hali var.  E, olsun dedim artık bu kadar rezillikten sonra  Yasemin’de bir kahve içip hiç olmazsa denizi karşıdan göreyim. Aaa  o da ne!  Kafeye oturunca deniz görünmüyor, ayakta iken görüyorsunuz ama oturunca görünmüyor. Şaka gibi. Bir sürpriz yapmışlar galiba.  Önünü yükseltmişler hem de kubbe gibi ortadan yükseltmişler. Yeşil çim üzerinde bir sürü çiğdem kabuğunun kağıt parçaların olduğu bir iki tane martının dolaştığı yeşil pislenmiş bir tümsek… Yok, böyle bir şey olamaz.  Yine gözlerime inanamıyorum.  Deniz burada da yok… Deniz gerçekten sahilde yok artık.  Denizin bir düşmanı olmalı bunu yapan. Denizler tanrısı hani mitolojide yenilmeyen o denizler tanrısı Poseidon’u   Karşıyaka’da  İzmir Büyük Şehir Belediyesi yemiş, yutmuş, yok etmiş. Denizler Tanrısını yenmekle kalmamış denizi çalmış götürmüş. Deniz yok artık.
Gerçekten ne istediniz o güzelim sahil şeridinden? Yürüyorduk, oturuyorduk, koşuyorduk. Denizi seyrediyorduk. Yapmak istediğiniz nedir?  Esas böyle işler halka sorulur. Böyle işleri burada yaşayanlar bilir onlar karar verir. Bir iki kişinin kafasından çıkmaz.
 Çok rahatsızlık verdiniz gerçekten ya…
                                                                                                      Feride Cihan Göktan

7 Ağustos 2018 Salı

Bir Karikatür/ Bir Gözyaşı


                                   
                                                   Bir karikatür / Bir  gözyaşı


Dr. Barış Baklan'ın çizip hazırladığı  Gaga Mizah dergisinin bir karakteri olan  Fe-ci  Karga balonuna bu sefer, bir doktor bir doktora gel beraber dayak yiyelim ölmez sağ kalırsak gider hasta bakarız demiş, diye yazdım. Genç hekim arkadaşlarımdan biri  instagram hesabıma yorum olarak, şakası bile kötü, çok saçma diye yazmış. Anladım ki çok kırılmış ve üzülmüş bütün bu olup bitenler için. Bu konuya mizah yolu ile vurgu yapılmasını kaldıramayacak şekilde incinmiş. Öyle değil midir? Çok değer verdiğiniz  bir kişi veya bir durum için yapılmış onun değerini zedeleyen  söylemler  incitir insanı. Siz de o değerin içindesinizdir çünkü. Bütün bunları düşünerek  ve bu kızgınlığına hak vererek  ona  cevap olarak söyle  yazdım:  Farkındalığı arttırmak için yazdım böyle. Mizah yolu ile utandırmak için.(bu konuda o kadar çok karikatür var ki) Üstelik saçma  değil. Her gün olan bir şey. Bir gerçek. Doktorlar hastaları için uğraşırken  ne yazık ki onlardan tekme tokat yiyorlar hatta canları ile ödüyorlar, dedim.  
-Hocam, halkımız çok cahil. Böyle bir karikatür yazısını anlamaz onlar. Daha çok dayak yiyeceğiz bu gidişle, diye cevap yazmış bana.
Halkımız cahil… Bu laf pelesenk olmuş dilimize. E peki  bu sağlıkçılara şiddet, bu acil servis  terörü, neredeyse her gün  bir doktora,  bir  hemşireye  darp,  neden eskiden  mesela  20 sene önce yoktu?  Doğu'nun en ücra yerlerinde çalıştık. Hep saygılı, doktorunu seven, yere göğe koymayan  bir halkımız vardı. O zaman çok mu okumuştu da sonra cahil oldu bu halk. Hayır hiç öyle şey olur mu? Faktör sadece cehalet değil. Bir mesleğin itibarsızlaştırılması. Şimdi şunu  söyleyecekler: Ne yani bulunmaz Hint kumaşı mısınız? Kendinizi ne sanıyorsunuz? Ne farkınız var diğer kamu görevlilerinden? "Doktor efendi, doktor efendi devri bitmiştir” “Mecburi hizmete gidenleri  ağaca bağlayın kaçmasınlar.”  Bütün bunları duyar gibiyim, hepsini tek tek duydum da zaten. Hatta  Kenan Evren'in askerden daha fazla para alıyorlar diyerek sağlık yasasını dondurduğunu herkes biliyor. Hah, işte şimdi böyle olur. Kavga, kıyamet, tekme, tokat. Yakında doktor bulamayacak kimse.  O zaman artık gazeteci Nil Hanım düşünür ki bu mesleğin sahipleri öyle aşağılanıp değersizleştirilemez. Mesela  bu ülke insanları  sadece yarım saat sağlık hizmetlerinden mahrum kalsa ne olur? Sadece yarım saat hatta bunu 15 dakikaya da çekebilirsiniz? Bir kalp krizi, bir damar yaralanması,bir şeker koması (saymakla bitmez). Hayat ve ölüm arasındaki saniyelerde olup biter. İşte bir sağlık çalışanı, doktorlar ve hemşireler,  bu saniyeler ve dakikalar arasında sizin yanınızdaki insanlardır. Hayatınız ve ölümünüz arasında sizi hayata döndürmek için yanınızda olan insanlardır. Başka hiçbir meslek dalı anlara sıkıştırılamaz hizmet için. Bu işi yapmak için bir kere çok çalışkan olmak, çok azimli olmak ve daha da önemlisi çok insan sevgisi gerekir. Başka türlü olmaz. Bir ülkenin emekli doktoru emekli bir bürokratın  aldığının üçte birinden bile az alıyorsa zaten  orada durup düşüneceksin. Bir emekli doktorun aldığı maaşa kimse inanmıyor bu ülkede. (bu konuda veri topluyorum ayrıca yazacağım bu inanılmaz rakamları) İşte  itibarsızlaştırma ve aşağılamanın objektif kriterleri bunlar… E sonra tabii ki önüne gelen konuşur,hakaret eder, mesela gazeteci Nil Hanım’a kadar gelir bir doktor aleyhinde konuşmak. Bu uzun  süredir devam eden bir değersizleştirme politikası. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz zaten görmeye de başladık.  Oysa bu ülke bizim ve sağlıklı bir topluma ihtiyacımız var. Ne yazık ki geldiğimiz sonuç  bu. Bir doktoru dövmekle, hastaya uzanan o kutsal  eli kırmakla asla sağlığımıza kavuşamayız.
Sevgili doktor arkadaşım, Fe-Ci Karganın balonunda yazılana tepki gösterirken derin acısını saklayamayan arkadaşım, haklısın, doktorlar dayak hak etmiyorlar. Bu toplum da eminim bunun fakına varacak. İnşallah geç olmadan ve büyük bedeller ödemeden olur bu fark ediş.
Sağlıklı günler diliyorum.


https://www.facebook.com/search/top/?q=gagamizah%20mizahhttps://www.facebook.com/search/top/?q=gagamizah%20mizah

19 Temmuz 2018 Perşembe

Kara Cehaletin Şahlanması / doktorlar ve hastaları bağlamında


                                             
                                                     

“E canım, doktor karşısındaki hastaya hiç sözlü şiddet uygulamadan işini yapsa hiç bu hale gelir mi?”
“ valla günde yüz hastaya bakıyormuş. Beni ilgilendirmez. İşi bu. Bu şekilde çalışma şartları hastaya ve hasta yakının kötü davranma hakkı vermiyo”
“Camianızda insanlıktan nasibini almamış çok hekim tanıdım. Masaya yumrukla  kurtulmalarına şükretmeliler. Benim çocuğum hasta iken ağzında çikletle halden anlamayan adam da kadın da gitsin. Hekim filan olmasın  gitsin insanlık öğrensin”
“Hak ediyorlar müstahak bunlara artist kılıklılar…”
 Bunları okuyorum neredeyse sinirimden ağlayacağım.  Geçenlerde bir şeyi  fark ettim hatta yakınımdakilerle de paylaştım: Bu ülkede bir problemi konuşuyor veya paylaşıyorsak,  hani derler ya konuş açılırsın, ferahlarsın, dertler paylaşıldıkça azalır  filan… Valla tam tersi oluyor.  Genellikle konuştukça daha çok öfkeleniyorum, birikiyor içimdekiler sanki boğuluyorum ve hiç mi hiç hafiflemiyorum gittikçe ağırlaşıyorum tam tersine…  Gene hiçbir şey yapamayacağımızın umutsuzluğu ve gittikçe işlerin kötüye gittiğini de bilerek üstelik.  Çünkü bu kaçıncı diye sorarlar adama? Bu kaçıncı darp,  kaçıncı acil servis olayı, kaçıncı şiddet.  Biz ne yapıyoruz? Toplantılar, basın bildirileri, sosyal medya yazıları(şu an benim yaptığım gibi). Bakın hiçbir televizyon kanalında prime time’da konu başlığı bile olmuyor sağlık şiddeti.  Hatta tam tersine şiddet son iki gün ayyuka çıkmışken bir TV kanalı haberlerinde doktor hastanın yanlış parmağını kesti diye uzun uzun hastayı ve hasta sahibini konuşturuyor. Onun derdi flaş haber çünkü. Yamyamlık yapacak.  Genç doktor arkadaşımızın kafasını bir parke taşla kırmış bir adam… flaş flaş kanlı fotolar paylaşılıyor. Neye yarıyor bu pornografik foto paylaşımları?  Kara cahilin cüretini arttırıyor sadece. Yol gösteriyor ona… Bu kaçıncı?
Face yazışmaları, kanlı fotolar, lanetlemeler bir işe yarasaydı zaten giderek yükselmezdi bu kara cahil ateşi.  Zanlının eşini videoya almışlar: çocuğum 45 derece ateşi var, biliyorum nöbet geçirecek, ama doktor dışarıda sigarasını içiyor, diyor… Bunu dinleyen milyonlarca cahil eminim taraftar oluyor bu salakça konuşmaya. Burada cehaleti aşağılamıyorum. Hepimiz bilmediğimiz konularda cahiliz. Burada aşağıladığım kara cahil cüreti.  İşte en yukarıda gördünüz neler demişler? Bakın dediğim gibi konuştukça yazdıkça öfkem artıyor yine.  
Bu doktorlar dayağı hak ediyorlar bazen. (bu lafı iki hasta aralarında konuşurken tesadüfen kulaklarımla duydum ) hatta biri diğerine şöyle diyordu: bunlar benim kim olduğumu bilmiyor ben Rizeliyim. Bilirim ben bunlara yapacağımı… “  Bu şiddete,  kara cehaletin şahlanması, diyorum ben.  Kara cehaletin alevlerini körüklediler ve körüklüyorlar. Medya körüklüyor, siyaset körüklüyor ve daha da önemlisi doktorlar sessiz kalıyorlar. Oysa şurası kesindir ki: İnsan bir hekime muhtaçtır.  Hekim en savunmasız anınızda birlikte olduğunuz insandır. Çırılçıplak ve bilinçaltınız bile meydanda iken o oradadır. Dünya üzerindeki herkes hekime muhtaçtır. Kral veya köle fark etmez.  Çalışkan cefakâr ve sevgi dolu insanlardır onlar. Çünkü bu meslek bunlardan biri eksik olursa yapılamaz.  Tabii ki defolu olanlar vardır ama bunun yolu adaletli ve düzenli bir sağlık sistemi ile iyi hekimliği desteklemektir. Defoluyu sistem kendiliğinden temizler zaten. ( ki bu meslekte diğer mesleklere göre en azdır defolu ve eksik olan)
Ne demek bu ya? Yıllarca oku, hayata neredeyse 30 unda hatta 35inde başla… Başladığın hayat da gece gündüz nöbet olsun, sabahtan akşama hastalıklarla mutsuzluklarla uğraş, devamlı ölümle burun buruna  yaşa dur. Habire çalış,  habire çalış. Sonra bir gün biri gelsin, çocuğum 45 derece ateşli havale geçirecek sen nasıl oluyor da sigara içiyorsun desin ve kafanı parke ile ezsin.  İnanılmaz. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde doktora bu kadar saygısızlık, bu kadar kadir bilmezlik, bu kadar ilkellik yapılmaz.Yapılamaz. Günahtır ya… Günahtır.
                                                                                                                 Feride Cihan Göktan



23 Haziran 2018 Cumartesi

oradaydım


                                                             Oradaydım.
                                                       (Muharrem İnce mitingi)
21 Haziran 2018 yani geçen gün seçime çeyrek kala Muharrem İnce’nin mitingine katıldım. Ben de oradaydım. İlk defa olarak siyasi bir liderin mitingine katılıyorum. İlk defa. Buradan anlayın işler çok ciddi. Hafta içi hastaneden yorgun argın gel. Koştur koştur hazırlan. Yağmur yağdı yağacak. Karşıyaka  Bostanlı vapuru hınca hınç dolu. Nasıl bir kalabalık. Ben ilk defa böyle bir kalabalığın içinde kaldım sayılır. Demek ki işler çok ciddi. Benim gibi canhıraş kendini sokağa atanlar var aramızda. Yoksa böyle bir kalabalık olamaz. Vapura binerken batar mıyız acaba diye düşünüyorum. Arkadaşım denizi gösteriyor yüzlerce tekne tıklım tıklım maviye saçılmış. Onlar batmazsa biz hiç batmayız, korkma diyor bana. Şarkılar türküler bayraklar… Yağmur  bile korktu  ve yağmadı .
Vapurdan insan seli iniyor başka bir insan seline karışıyor. Nefessiz dar koridorlarda ilerleme. Alana girme telaşı. Güçbelâ giriyoruz.  Alana  girerken çok üstünkörü bir aranma. Çantalarımıza iki yerde söyle bir bakıyorlar. İçini ben açıyorum herkesinkine de öyle baksın diye. Zorla  yani. (Brüksel’de bir halk festivaline katılmıştım. O kadar ciddi bir arama vardı ki mesela içeriye çanta almıyorlardı. Herkes çantasızdı. Kesinlikle bira ile içeri almıyorlardı) Bütün bunları düşününce ve o kalabalığın içinde haliyle yine bir ürküyorum. Neden acaba eşeğimizi daha sağlam kazığa bağlamıyoruz? Biraz daha ciddi güvenlik önlemleri alınsa daha iyi olmaz mı, diye.  Ama biz hep böyleyiz diyorum içimden. Hep geç kalırız.  İşte bu yüzden şimdi canhıraş mitinge koşturuyoruz.  Benim gibi ilk defa siyasi bir mitinge koşturarak gelenler vardır eminim. Onun için bu  kalabalık.   Bıçak kemiğe dayandığında  koştur.  Öyle olmuyor işte. Her şey zamanında.   Yine de hiçbir şey için geç değildir diyerek coşkulu kalabalığa biz de coşku ile karışıyoruz.  Daha iyi bir Türkiye için. Daha iyi bir gelecek için. Buradayız çünkü. Burada yaşıyoruz. Hepimiz. Hep birlikte.
Bu arada  bu güne dair sosyal medyada yüzlerce fotoğraf gördüm.  Ben de bir şeyler çektim bu günün anısına.  Ama instagramda bir arkadaşımın çektiğine bayıldım. Sanki bu günü tek bir karede anlatmıştı. Güneşin kızıllığına bütün umutlar toplanmıştı. Hem dinleyenlerin hem vaat edenlerin söylemlerinin karıştığı gittikçe kabaran umutlar gökyüzünü kaplamış gibiydi.
 Güzel şeyler olacak diyordu sanki . Hadi hayırlısı artık .
fotoğraf: Hanife Fişek 


14 Haziran 2018 Perşembe

Geçenlerde Erendiz Atasü'yü Dinledim.



ERENDİZ ATASÜ'YÜ DİNLEDİM.

Erendiz  Atasü‘yü dinlemeye gittim  geçtiğimiz cumartesi. Bu sıcakta. Kendim için faydalı bir şey yapayım diyerek. Baktım, İzmir Belediyesi de bizler için güzel şeyler yapmış.  Söylemek ve takdir etmek lazım.  Eski Konak sineması çok güzel bir kültür merkezi olmuş. Nazım Hikmet Kültür Merkezi. Söyleşi burada oldu.
Erendiz  Hanım  yorgun vücudu  ve  tam tersi pırıl pırıl genç dimağı ile sahneye çıkınca bir alkış koptu haliyle. Yıllardan beri yazan, yazdıklarını okutan güzel yorgun kadın. Hepimizden,  burada onu alkışlayanların hayatından hep bir şeyler anlatmış. Kadına dair.  Kadın mücadelesine bir şeyler katmış… Tabii ki alkışlanacak…
Söze şöyle başladı:  Gençliğinizin kıymetini bilin. Evet aslında bu kadar klişe bir cümlenin  bütün gençliğini yazarak üreterek geçirmiş biri tarafından söylenmesi nasıl da bizi sarıp sarmalayan bir etki yarattı. Keyifle dinlemeye başladık neler anlatacak diye.
Bir yazar için imgelerin gerekliliğinden ve öneminden bahsetti önce. Bu imgelem gücünün bazı insanlarda çok güçlü olduğunu ama okuyarak, düşünerek ve hissederek de bu gücün arttığını. Yazmanın insanın hayatına berraklık kazandıran bir olay olduğunu vurguladı. Evet, gerçekten öyle. Aslında kendi kendimize bile olsa yazmak, bir şeyler karalamakla ve dediği gibi düşündüklerimiz berraklık kazandıkça sanki daha mı iyimser oluyoruz diye de düşünmüşümdür hep.  Yani yazmak herkese iyi gelen bir şey.   Erendiz  Hanım sadece  yazmıyor  aynı zamanda  o bir  yazar. (biliyorsunuz yazmak ve yazar olmak farklı şeyler) Yazdıklarını kitleler okuyor. Türkiye kadın edebiyatının yapı taşlarından birisi. Bu konumundan dolayı Virginia Woolf,’un  önce evin meleğini öldürmek  gerekliliği” sözüne atıfta bulunarak  anlatmaya başladı.  Kendisinin de yıllardan beri ataerkil düzeni yıkmak için kaleme sarıldığını ve bir kadının evlilik, kadınlık, annelik kıskacını aşması gerektiğine inandığını anlattı. Tabii ki bu kıskacı aşmak için sadece kadının bilinci değil kadına destek veren erkekler ve bu yönde eğitilmiş bir toplum gerekli bence.  Ataerkil toplumun kadınları için Erendiz Hanım’ın üç S kuralı varmış. Sessiz, Sabırlı, Silik…  Bizim sessiz sabırlı silik meleklerimiz. Kadınlarımız.  Dinleyiciler olarak hepimizin yüzüne hüzünlü bir gülümse yayıldı bu üç S kuralını duyunca.  İşte dedi, kadın edebiyatı bu parçalanmış kadınlığın bütünlenme çabasıdır.  Çok haklı. Bu kadar çok parçalanmışlık, bu kadar çok yok olmuşluk ve bu kadar çok sessizlik olmasaydı kadın edebiyatı diye bir şey olmazdı bence de…
Eril dünya çağlayanlar gibi dolup dolup taşarken ve biteviye akarken Erendiz  Atasü  öyküleriyle romanlarıyla  bu akışa hep bir taş koymaya veya setler çekmeye çabalamış ve başarmış biri. İspatı okurları. Salondakiler nasıl da heyecanla anlattılar kitaplarının hayatlarına nasıl dokunduğunu. Öykülerinden paragraflar okudular.  Çok keyifli bir toplantıydı. Bu toplantıyı düzenleyen arkadaşlara teşekkür etmeliyim.   Ayrıca face ve instagram sayfasında gördüğüm bu güzel fotoğrafı Deniz  Arık Binbay’ın izni ile buraya koyuyorum.  Erendiz Hanımın o coşku dolu, samimi ve mütevazi yüz ifadesi, güzel edebiyatın insandaki yansıması gibi geldi bana. Uçu isimli öykü kitabını severek okumuştum bir zamanlar.  Tekrar okuyacağım. Toplantıda bahsedilen diğer güzel kitaplarını da…  
                                          fotoğraf Deniz Arık Binbay tarafından çekilmiştir.

Toplantıda okurları tarafından beğeni ile bahsedilen eserlerinden aklımda kalanlar: Taş Üstünde Gül Oyması  (öykü ),  Dağın Öteki Yüzü (Roman), İmgelerin İzi (deneme), Kadınlar da Vardır (öykü), Gençliğin O Yakıcı Mevsimi(roman), Güneş Saygılı'nın Gerçek Yaşamı (Roman) 
İyi ki varsınız Sayın Erendiz Atasü…
                                                                                                        Feride Cihan Göktan 
                                                                                                                     haziran/2018