üç hekimin intiharı
Hiçbir şey olmamış gibi. Yine bir
haftaya başladık. Aynen öncekiler gibi. Hastaneler dolup taşıyor, acil servis
anonsları… Doktorlar hemşireler koridorlarda heyecanla koşuşturuyorlar. Her şey
aynı gibi. Ama bir farkla. İşte o yerleri
temizleyen personel, paspasına takılan çatlakları fark edebiliyor . Hiçbir şey
olmamış değil. Kocaman bir girdap oldu ve yarıklar… Üstünden geçerken
takılabilirsiniz. Hatta kalbinizle hissedebilirsiniz içinden gelen
sesleri. Üç gencin artık bu dünyadan
duyulmayan seslerini. Geçen haftaki anafordan bahsediyorum. Hepimizin gözlerinin önünde, bütün
sağlıkçıların, bütün siyasetçilerin ve bütün bir toplumun gözü önünde olan kocaman
bir girdaptan. Aynı gün, aynı meslek, benzer yaşlar ve aynı ülkede üç insan birbirlerinden habersiz ortak bir
kaderin kurbanı olarak bu dünyayı bilerek ve isteyerek terk ettiler. İntihar
ettiler. Hani, böyle olumsuz olayları anlatmaya çoğu kere şöyle başlanır ya: Üç pırıl pırıl pırıl genç, diye. Gençlerin çoğu bu ülkede artık pırıl
pırıl filan değil. Yıllardan beri ve gittikçe ağırlaşarak hissedilen bu neo liberal
uygulamalar gençlerin üzerinden o pırıltıyı sildi süpürdü. Artık çoğu soluk,
yılgın ve umutsuz. Her sektörde bu
böyle. Sağlıkta da… Bu yıllardan beri uygulanan sağlık politikaları nedeniyle
bütün o gençlik parıltılarını zaten çoktan tüketmiş. O üç genç de şimdi hiç renksizler. Karanlığa
aitler artık.
Bu ülkenin en parlak en çalışkan öğrencileri
6 yıllık tıp eğitimleri sonunda diplomalarını alamıyorlar, biliyor musunuz? Bunu
biliyor musunuz gerçekten? Diplomalarını alamadıkları için mecburen zorunlu
hizmete gidiyorlar. Cebren yani. Bu cebren yapılan mecburi (!) hizmet sonrası
da ne yazık ki güzel şeyler olmuyor. Yine deli gibi çalışmaları lazım. Eğer o çok
zor ancak onda birinin istediği
bölüme girebildiği TUS sınavını geçerlerse dört veya beş yıl sürecek ihtisasa
başlayacaklar… Sonra yine mecburi hizmet.
Yine gün aşırı nöbetler. Mesela günde 100 hasta bakmak çoğu doktor için
artık oldukça sıradan bir iş. Hatta
parça başı iş yapıyorlar bu robotlaştırılan doktorlar. Adı performans.
Dinlenmeden uyumadan bakabildiğin kadar hasta bakmak üzerine. Bak
da nasıl bakarsan bak da denilebilir bu sistemin adına. Çok iş, çok emek,
mümkün olduğunca karşılığı azaltılan maddi ve manevi ödeme politikası.. Robotlaştırılmaya çalışılan
insan, ezilen un ufak olmuş insan ruhu, her
şeyin nesne haline dönüştüğü ilişkiler, yılgınlık, umutsuzluk, kendini değersiz
hissetme…
Türkiye’nin en yüksek puanlar ile
üniversiteye girmiş gençlerinin sonunda geldiği durum bu: bu dünyadan bıkmış
uykusuz yüzleri ve soğumuş ruhları ile aramızda gezen solgun renkli hekimler..
Literatür ismini koymuş: Tükenmişlik Sendromu diyor bu duruma. Orijinal ismi Burnout. Yanma. İş yaşamının ruhu ve
bedeni yakması. Alevler içinde
kalma. Bu yangına odun taşıyan kocaman
bir sosyo-ekonomik sistem. Cılız
haykırışlar, karşı gelmeler ve işte bazen böyle aynı anda üç genci birden içine
alan anaforlar.
Hayat devam eder. Hastane koridorları
yine tıklım tıklım tıklım dolu. Acil servislerde hastalar bekliyor yine. Uykusuz
genç bir doktor sırada bekleyen 70. Hastasını alacak biraz sonra. Hayat devam
eder dedik ama asla aynı değil. Bir fırtınadan bir depremden veya bir girdaptan
sonra aynı olamaz. Asla… Bu sistem içindeki herkes, hepimiz, hep birlikte biraz
daha kırılarak, biraz daha farkında olarak, en kötüsü de biraz daha ölerek
hayat devam eder.
Yeni Türkü’nün şarkısı ile
bitirmek istiyorum:
Çocuklardık parlak yıldızlardık
bir zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder