(Kısacık bir toplantı programı nedeniyle bulundum)
Koridor tarafında olduğumdan pencere yerine önümdeki
küçük ekrandaki haritaya bakayım bari… İstanbul çıkışı neredeyse 5 saat olmuş.
Şimdi 366 km. uzaklık veriyor hedefe. Zemin hızı 892Km/h yazıyor ekranda. İber
Yarımadası’na bakıyorum. Hani şu dünya tarihinin bir köşesinde, aynen diğer bir
çok köşeleri gibi acılarla, savaşlarla, gözyaşları ile harmanlanmış toprakların, İber Yarımadası’nın üzerindeyim.
Tarihin en eski uygarlıklarının topraklarına doğru, havadan gittikçe
yaklaşıyorum. Gözüm haritada. İber yarımadası. Ne kadar masum duruyor. Sanki bu topraklarda hiç savaşlar olmamış, hiç acı
çekmemiş, hiç çektirmemiş gibi, Akdeniz’den
boynunu uzatmış Afrika’yı
öperken. Afrika’yı öpüyor hiçbir şey olmamış gibi. Afrika şehirlerinin isimlerini de görüyorum
haritada Casablanka mesela. Belki bir gün giderim.
Alçalmaya devam ve iniyoruz.
Lizbon… İlk önce havası alıyor insanı. Bir İzmirli olarak cebimde getirdiğim güzel
havayı bu güzel havaya bırakıyorum. Mis gibi. Güneş parlak, insanlar cıvıl
cıvıl. Portekizcenin o biraz da kulağı
tırmalayan tınısı ile capcanlı bir
şehrin içindeyim. Uykusuzluğum filan geçti. Ben de onlar gibi keyifli canlı katıldım kalabalığa…
Bu
şehirde, bu kısacık zaman diliminde ne yapılır? Ne yapılabilir? Bir de toplantıya
katılmak gerek. Kongre merkezi inanılmaz ihtişamlı. Metro ile rahat
ulaşılabilen devasa bir bina. Nehir akıyor yanından. Yükseltilmiş bir geçit ile
iki ana blok cam tüp ile birbirine bağlanmış. Yapı, donuk beyaz taş bir kütlenin göğün mavisi ve nehrin akan
ışıltıları ile refle veriyor gibi yansıyor. İçiniz sanki o sonsuzluğa açılıyor. Bir ferahlama, bir özgürlük duygusu…Kongre merkezinin ismi de çok ilginç.
Bilinmeyen için . (Champalimaud Centre for The Unknown ) Böyle bir merkezde
bilinmeyenin peşinde olmak nasıl bir şeydir acaba?
Şehirdeki
insanların hareketliliği ve gülüşmelerinden, bu güzel binaya rağmen buradakilerin bilinmeyenlerden çok bilinenlerin peşinde olduklarını
düşünüyorum. Hayatın. Evet, hayatın peşindeler.
Dans ediyorlar, güzel müzikler dinliyorlar, okyanusun kıvrımlarında
güneşten esmerleşmiş bedenleri ile
denize giriyorlar. Muhteşem balıkları ve biraları ile yüksek sesli kadın
konuşmaları etrafta. Burada hiç şehir uyumuyor gibi. Hem şehir, hem insanlar
hep hayatın içinde.
Arnavut
kaldırımlarına takıldı gözümüze. O kadar güzel görünüyorlardı. Bizde de vardı
dedi kızım. Pasaport iskelesinde Alsancak’a giderken. Ah evet, dedim
hatırlıyorum. Anneannem yıllar önce kaldırımlar söküldüğünde gençliğimizi de
söküp atmışlar demişti hiç onu unutmuyorum, dedi yüzünden geçen hüzünle. Hatta
günlüğüne not etmiş anneannesinin söylediğini. İşte diye düşündüm buradaki insanların gençliklerini söküp
atmamışlar. Bu nedenle hep genç gibi duruyorlar.
Lizbon, merkezinden uzaklaştıkça daha bir romantikleşiyor kıyı boyu. Atlas okyanusunun
o uçsuz bucaksız maviliği sizinle birlikte bir tren vagonunda ilerlerken biraz
sonra varacağınız Cascais isimli tatil beldesine yaklaşmakta olduğunuzu ve
gittikçe yaklaştığınızı hissediyorsunuz daha da güzelleşen yeşilleşen yol ile.
Muhteşem bir kıyı yolu. Cascais’ta sokaklar yine müzikle dolu, güvercinler
taşmış her yerde sere serpe dolaşıyorlar..
Akşamın o büyülü kızıllığında daha da beyaz görünen
irice martılar. Martılar ve güvercinler her yerde.
Lizbon
Güzel bir şehir. Capcanlı. Hiç uyumayan.
Bu
yazıyı Portekiz aşığı meşhur Portekizli şair Fernando Pessoa, dizeleri bitirmeliyim.
"ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim
ama bende dünyanın tüm hayalleri var."
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim
ama bende dünyanın tüm hayalleri var."
Feride Cihan Göktan