Türkiye’den çıkıp daha doğuya gitmek…
Gün batımından güneşin doğuşuna
doğru gitmek gibi; Doğu’nun büyüsü kamaşıyor içinizde önce… Sanki dünyanın el
değmemiş hali, insanların daha masum olduğu topraklar, yağmurların daha özgürce
yağdığı, yaprakların güneşe, güneşin toprağa karışıp ayrıştığı sonra yeniden
karıştığı sonsuz bir dinginlik halini düşlüyorsun Batı’nın karmaşasından
bakarken. Sonra aklıma savaşlar geliyor
hemen: yıllardır bitmeyen Ortadoğu savaşları. Dünyanın daha masum haline gitme
yanılgısı bıçak gibi kesiliyor içimde. Savaşlarda ölen küçük çocukları ve
egzotik müziğin kıvraklığında raks eden Arap dansözlerin gözyaşlarını görür
gibi oluyorum.
Bütün bunlar aklımdan geçerken arkadaşım
gözlerini devirerek “neden şimdi gidiyorsun ki, çok karışık oralar?” diyor.
Haritayı açıyorum önüme ve tekrar
huzursuzlukla bakıyorum bir hafta sonra gideceğim Orta Doğu coğrafyasına.
Lübnan… Kocaman Akdeniz coğrafyasında küçücük bir ülke. Akdeniz’in köşesinde
virgül gibi duruyor. Batı uygarlığını Doğu’dan nazikçe ayırarak, Akdeniz
uygarlığı ile Arap toprakları arasında bağlantıyı kesmeden virgül şeklinde
duruyor.
İşte tam bir hafta sonra İstanbul Beyrut hattı ile indiğim Refik Hariri Havaalanı’nda tam tamına bu virgülün ortasındayım; etrafım Beyrut… Gece karanlığında caddelerden akan ışık seli olmuş arabalar... Işık seline kapılıp gidiyorum ben de. Gündüzleri gecelerinden tamamıyla farklı Beyrut’un. Gecenin örttüğü iç savaşın kötücül yüzü, gün ışığında yüzünüze tokat gibi çarpıyor. Duvarlarında kurşun izleri ile şehrin göbeğinde ki tiyatro binası, neredeyse her sokak arasında kurşunlanmış yarı yıkık evler ve evlerdeki acılı savaş öykülerini göstermemek, kapatmak istercesine balkonlarda aşağılara sarkan bazıları yırtılmış, bazıları sararmış hüzünlü perdeler. Her yerde barış anıtları var. Beyrutlular savaşın acılarını sarmak için tüm güçleri ile şimdi de barış için savaşıyorlar. Çan seslerinin ezan seslerine karıştığı Hamra Caddesinde, Hıristiyanlar, Marunîler, Filistinliler, Müslümanlar, Dürziler birbirlerine karışarak, sırt sırta, yan yana yürüyorlar. Bugünlerde şehrin ortasında en işlek caddede Yunan Ortodoks ve Maruni kilisesi ile Muhammed al Emin cami arasındaki alanda yapılan arkeolojik kazı alanı üzerine “Affetmenin Parkı’nı” açacaklarmış. Her şeyi unutmak ve affetmek için…
Beyrut’un dışına, dağlık bölgeye
çıktığınızda doğanın inanılmaz güzelliği tüm etrafınızı kaplıyor. Akdeniz’in o
çılgın mavisine karışmış palmiye ağaçlarının saçaklarının arasından batan
kocaman Doğu güneşinin ışıkları, tarih öncesi zamanlardan itibaren Roma,
Bizans, Memlük ve Osmanlı yapıtlarını, en gizemli yansımalarla aydınlatıyor.
Dünyanın en uzun sarkıtının olduğu Jeitta mağarasında suyun fısıltı sesini duyarak
dolaşırken bu şehirde katmanlar halinde kaç Beyrut olduğunu düşünürken
buluyorsunuz kendinizi. Buraya gelirken “iyi Beyrutlar!” diyen arkadaşıma hak
vererek gülümsüyorum ve turunç ağaçlarına asılı tabelalardaki yönlendirilmiş
işaretlere bakarak başka bir Beyrut görüntüsü ile karşılaşma umuduyla hiç
yorulmadan dolaşmaya devam ediyorum Beyrut ve çevresini.
Beyrut, ışıkları, hüzünlü perdeleri, savaş öykülerine karışmış yeni yeni duyulan çocuk kahkahaları ile ölümü yakından bilen yaşayan bir bilge şehir. Akdeniz’in en doğusunda küçücük bir virgül gibi öylece duruyor. İçinde her türlü rengi barındıran bu ebruli kentte gördüklerim, yediklerim ve hissettiklerim muhteşemdi. “Ebruli” bir yolculuk için İstanbul-Beyrut uçak tarifelerine bakmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
“İyi Beyrutlar…”
Feride Cihan Göktan
not.. 2011 aralık / Radikal 2 de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder