Feci'nin Blogu

28 Aralık 2019 Cumartesi

2020'ye doğru...



 2020'ye doğru....
-Hey, arkadaşlar! Yeni bir yıla giriyoruz, dedim. Sesim neredeyse heyecandan titreyecek. Coşkulu.
-Yeni bir yıl. Dışarıda bekliyor. Kocaman bulutsu bir şey. Bütün bilinmezliği, sürprizleri ile sessizce bizi bekliyor.
 Yanımdaki genç kadın gayet sakin gittikçe soluklaşan bir ses tonuyla, mecburen gireceğiz, dedi.
- Nasıl mecburen dedim.
 -İki gün sonra.  Bugün 28 Aralık. Tam İki gün sonra.  48 saat sonra. Her yıl yeni baştan aynı şey. Heyecanlanacak bir şey yok, dedi.
-Nasıl yani, demişim. Sesim  bu sefer gerçekten titreyerek.
-Evet, dedim.  Matematiksel olarak iki gün sonra giriyoruz.  Dediğin gibi tam tamına 48 saat sonra… Mecburen. Ama bu matematik dedim. Akıl yani. Saf akıl. Bunun ruhu yok. O coşan, kahrolan, seven, sevilen, tutkuyla bağlanan, ölesiye nefret eden, deliler gibi  şarkılar söyleyen, şiirler yazan, ağlayan, kahkahalarla gülen ruhumuz. Bu dediğinde yok.
Bak, dedim tekrar ona sarılarak. 2020 bizi bekliyor. Orada. Görüyor musun?

Bakın arkadaşlar. 2020 bizi bekliyor. Orada. Görüyor musunuz? 

30 Kasım 2019 Cumartesi

BİR HIRSIZLIK OLAYI


intihal ne demek ile ilgili görsel sonucu
BİR HIRSIZLIK  OLAYI
Geçen gün bir kitabın tanıtım yazısını okurken yaptığım bir tespiti sizlerle paylaşmak istiyorum. Söze şöyle başlayacağım:  Yapmayınız. Yapanları da kınayınız. Başkalarının yazdığı cümleleri kendiniz yazdınız gibi göstermeyiniz. Çok ayıp oluyor. Hem o grubun yöneticisine, hem okurlara, hem de yazının asıl sahibine…  Nasıl ya… Bir başkası düşünmüş yazmış.  Muhtemel o cümle için, o paragraf veya o metin için bir zaman harcamış.  O cümleyi o paragrafı yazmak için o kelimelerin dizimini yapmak,  düşüncelerini o beyaz kağıda dökmek için bir emek vermiş. Birisi çıkıyor o kelimelerin hazır dizilmiş halini hop diye kendi beyaz kağıdına kopyalayıveriyor .  Altına güzelce  adını da yazıyor. Oldubitti. Hayır, olup bitmeyecek.  Buna hırsızlık denir.  Basbayağı hırsızlık. Bir başkasının emeğini ve yeteneğini çalıyorsun. Geçen gün üşenmeden araştırıp tespit ettiğim bu hırsızlık olayı üzerine aklıma yıllar önce kendi yaşadığım bir olay geldi. Onu da anlatayım:
 Yıl 2007.  Bir kuaför koltuğundayım. Zaman geçirmek için çantamdan çıkardığım Cumhuriyet  Gazetesi’nin Kitap Eki’ni okuyorum. Kitap tanıtımlarına, yeni çıkan kitaplara filan bakıyorum. Bir kitap ismi dikkatimi çekti,  Arka  kapak yazısını okudum. İlk paragrafta uzun bir cümle var ve çok tanıdık. Allah Allah bu cümle sanki benim. 😂 Bu benim cümlem.  Radikal  Gazetesi’ne yazdığım bir makalenin içinden alınmış. Ama insan o sırada ne kadar kötü hissediyor kendini. 😢 Bir şeyleriniz çalınmış cümleniz kelimeleriniz. Ruhunuzdan bir şeyleri çalmışlar gibi. Çok ayıp bir şey.  Sonra ne mi yaptım? Yayın evine telefon ettim. Özür dilediler. O bir paragrafa bir cümleye referans vermek o kadar zor mu?  (yayın evini ve kitabın ismini vermiyorum. Özür diledikleri ve ikinci baskı yaparsa referans vereceklerini söyledikleri için. (Takipteyim yani.)
Geçen gün tespit ettiğimi de yöneticiye bildireceğim. Yönetici eğer kişiye bir uyarı da bulunmaz tekrar  görürsem onu da buradan duyuracağım. (Takipteyim yani😘 )
Sevgili okurlar ve yazarlar bu hırsızlıkları tespit etme işleri artık eskisinden daha kolay. Digital ortamın iyiliklerinden birisi de bu. Yazıyorsun çıkıyor. Bu  olayı asistanımla konuşuyorum geçen gün.  Bu metin hırsızlığı yapanların neye ihtiyaçları var ki, neden böyle bir şey yaparlar, diye. . Beğenilme ihtiyacı, hocam dedi.  Yani başkasının sırtından ego tatmini. Çok ayıp gerçekten. Okuyan yazan insanlara hiç yakışmıyor. 
Böyle hırsızlıkları yakaladığım da yazacağım.
Herkes kendi cümlelerini yazsın. Başkasının cümlesini satırını paragrafını çok beğeniyorsa o zaman belirtsin kimden alıntıladığını… Böyle kes yapıştır olmuyor. Çok ayıp.
                                                                                                               Feride  Cihan Göktan



24 Eylül 2019 Salı

NOTOS'un Ağustos/Eylül sayısından bir tuhaflık


Geçen gün bir NOTOS dergi aldım.  Dergi okumak güzeldir. Fırsat bulduğumda okumaya çalışırım hep. Bu yazıyı neden yazıyorum? Bu sayıda bir okur olarak sormak istediğim anlamakta zorlandığım yazılar var. Uzun uzun konuşulabilir neden bazı yazıların anlaşılmamak üzere yazıldığını filan. Bu çok uzun bir konu . Ayrıca tartışmaya açılabilir. Şimdi konu bu değil.  Bu sayının başyazılarından biri üzerine yazacağım. Çünkü bu yazının internet bağlantısını bulup burada paylaşabildiğim için bu yazıyı tercih ettim.
Yazının başlığı Özgünlük Takıntısı/ Özgünlük insanları olduğu gibi kalmaya ve başka perspektiflerden fikirleri anlamaya ya da anlamak için uğraşmamaya itiyor… Ana başlık bu… Şimdi kısacık bütün yazıyı okuyunuz paylaştığım linkten..
Ya bu yazıyı okuyunca  ( Hem de başyazı sayılabilecek ilk üç sayfa içerisinde ve kısa özlü bir yazı olarak sunulmuş.)  zihnimin dağınık olup olmadığını düşündüm okuduklarıma bir anlam yükleyemediğim için. Yazı özgün olmayı yeriyor ve hatta Foucault’u da işin içine taraftar olarak sokuyor.  Fuko şöyle demiş:  “Gerçekten ne olduğumu bilmenin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Hayattaki ve işteki asıl amaç başlangıçta olmadığın bir insana dönüşmektir “ Yazar bu sözü dayanak alarak özgünlüğün insanın gelişimini sınırlandırdığını yazıyor. Tabii ki  yazar  Aslı İdil Kaynar’ın cümlelerinin  gramer olarak çok anlaşılır olmasına  karşın acaba ben mi yanlış anlıyorum diye düşünüyorum. (saçma diyemiyorum önce. Ne de olsa NOTOS’un baş yazılarından biri ) Özgünlük  nasıl tukaka  yapılan  bir kavram olabilir? Özgün  olmak için çabalamak  nasıl insanı  dönüştürmez? Fuko,  özgün olmayın mı demiş?  Dur diyorum kendi kendime Foucault’u ve yazıda adı geçen Nietzche ‘yi benden çok iyi bilen bir arkadaşıma sorayım bu yazı hakkında ne düşünüyor diye? Hani bana saçma geldi ama belki bir şeyler vardır bilmediğim.  Şükrü’ye sordum. Lütfen oku ve bana yaz ne düşünüyorsun diye.
Şükrü  şöyle yazmış: Yazı birbirinden kopuk anlamsız bağımsız uçuşlarla dolu. Fuko'yu da yanlış anlamış. Fuko nasıl bir ressam eserini özene bezene yaratıyorsa, insanda kendi yaşamını sanata döndürerek güzelleştirmelidir, diyor. Herkes kendine has özelliğini yaratması özgünlük değil mi? Özgünlük neden gelişime engel olsun? Benliğine sadık kalmak nedir anlamak mümkün değil. Denetlemeci,kontrolcü,hizacı bir fikri savunuyor gibi bir beyin fırtınası olmuş. Haklısın tuhaf bir yazı…(1)1.Prof.Dr.Şükrü Boylu

Evet bakın şimdi  ben  bu yazıyı beğenmedim demiyorum. O başka bir şey… Okur olarak beğenmek zorunda değilim tabii ki. .Bu Notos gibi bir dergi de olabilir. Ama burada problem bu yazıda bir tuhaflık olduğu.😉 Sanki saçma gibi.😁Gerçekten ....
(Şimdi ŞÜKRÜ de benim tarafımda olduğundan daha bir cesaretle  söylüyorum.)  İnsan entelektüel gücü yüksek olan dergilere,  pek öyle rahat, ne bu ya, nasıl bir yazı bu diyemiyor hali ile..Ama işte ben dedim. Nasıl bir yazı bu ya? 😂😂😂




16 Eylül 2019 Pazartesi

Bir kelime testi ( genç misiniz?)


                                                     Bir kelime testi ( genç misiniz?)   
Yaz rehaveti. Denize girip çıkıyoruz. Şezlong keyfi en güzeli. Etraf da çok kalabalık değil. Tuğçe bana eğilip, ya şu karşıda oturan çocuk üniversite arkadaşıma çok benziyor, dedi.
-E, o zaman git sor. Seni tanır o da,  diyorum gözümü okuduğum kitaptan ayırmayarak.
- Yok, yok o değil… O hipster oldu, dedi.
Okuduğum kitaptan başımı kaldırarak:
-O ne demek ya, dedim.
- Nasıl yani,  duymadın mı bu kelimeyi, dedi.  Yüzüme şaşkınlıkla bakarak.
- Hayır,
- Olamaz anne. Nasıl duymazsın. Anne senden korkuyorum ben,  sen unutuyorsun,  dedi dehşet içinde.
-Neyi unutuyorum kızım, hiç duymadım ki?
- Anne bunu herkes bilir.
- Ben bilmiyorum demek, dedim kızgınlıkla.  Kızgınlıkla birlikte içimde de bir şüphe. Bilmem gereken bi şeyi bilmiyor muyum? 🤔Neden bilmiyorum?  Hay Allah'ım! Dur bakayım dedim bir arkadaşlarıma sorayım. Bilen var mı aralarında. Vat sup’tan sordum. İçimden de ne olacak diye merak ediyorum. Neyse ki çoğu hiç duymamış. Birkaçının söylediğine göre dizilerde ve sitcomlarda geçiyormuş. Ama hiç biri konuşma dilinde kullanmamış.  Tabii ki moralim düzeldi. Demek ki duymamışım. Dizi de seyretmiyorum. Ve tabii ki  hipster  kelimesini bilmek  ve kullanmak   için  yaş grubum uygun  değil.  Ne yapabilirim?  
 İşte gördüğünüz gibi ben zorla kızımın dünyasına girmeye çalışırken sadece bir kelime ile kıçıma  bir tekme yiyorum  ve o dünyadan  çıkıyorum. Farklı dünyaların insanlarıyız. Bunu kabullenmek gerek. Başka bir çare yok…
Bilmeyen yaşı geçmişler(!)  için söylüyorum.  Hipster şu demekmiş:  Kendini alternatif göstermek isterken aslında genelin bir parçası olan. Yani aslında sıradan ama kendini farklı zannediyor. Daha doğrusu farklı göstermeye çalışıyor.  Kıyafetlerinden de belliymişler. Ne yaparlarsa  yapsınlar işte yine de ne kadar sıradanlar!  Vah, vah…(anladığım kadarı  ile olumsuz  bir tanımlama.) hatta bir arkadaşım kızından duyduğuna göre tiki ile benzer anlamdaymış, dedi.

Tiki ne demek biliyor musunuz?   Valla, ben biliyordum!😂



14 Ağustos 2019 Çarşamba

Güneşe Denize Ağaca Bakmayan Çocuklar


                               Güneşe Denize Ağaca Bakmayan Çocuklar
Lütfen bu başlığı unutmayın!
Bostanlı Karşıyaka tramvayı.   İçeride çoluk çocuk, genç, yaşlı… Kısa süreliğine hep birlikte güzel bir yolculuk yapıyoruz. Klima çalışıyor. Çok bir kalabalık da yok. Herkesin keyfi yerinde yani…  Hatta müzik yapan bir genç, hüzünlü aşk şarkıları söylüyor. Ben de ayaktayım iki durak sonra ineceğim telaşıyla. Hemen karşımda güzel ve bakımlı bir çocuk bebek arabasına kurulmuş. Muhtemelen 3,5- 4 yaşlarında. Annesi onu camın yanına yerleştirmiş ki dışarısını görsün diye.  Kendisi de ayakta arkasında duruyor. Hemen bebek arabasının yanında da konuşmalarından anladığım bir arkadaşı oturuyor.  Ben de onlara bakıyorum. Çok ilginç çünkü.  Çocuk elinde kocaman bir telefon tutuyor ve küçük tombik parmakları ekranın üzerinde, gözü ekranda, ağzı hafif açık. Annesi arkasında çığlık çığlığa…
“Ardacım bak nerelerden geçiyoruz?”
Arda da hiçbir cevap yok. Hiçbir hareket de. O sadece telefonuna bakıyor. Annesi  arkadaşına sesleniyor bu sefer. 
 “Biliyor musun ben ilk defa İzmir’i görüyorum. Ne güzel şehirmiş burası!” Kadın heyecanlı,  çocukta tık yok. Tramvay biraz daha yol alıyor. İnenler ,binenler.

 Kadın,  “Aaa.. Arda’cım bak, vapura bak… Görüyor musun? Bak ilk defa vapur görüyorsun sen.” Çocuk yine hiç oralı değil. Annesinin dediği yöne şöyle bir bakıyor. Yine yüzünü aşağıya döndürüyor. Güzel tombik  parmaklar ekranın üzerinde,  kendinden geçmiş. Kendi dünyasında. Dünyayı görmüyor yani.  En sonunda annesi çıldırdı, eğildi ve telefonu kaptı elinden.  Tabii ki çocuk çığlık çığlığa…

Durum budur. Evet, durum budur.  Ben öyle bakakaldım. Tramvaydan inerken Kaz Dağları için yazan çizen koşturanların en gencinin kaç yaşında olduğunu düşündüm ve ellerinde  telefon ile doğmuş, hiç etrafına bakmayan  gözü hep telefonda olan yeni bir neslin bugünkü  gençliğe neredeyse bir on yıl içinde  yaklaşıyor olduğunu. (danıştığım arkadaşlarımla birlikte bu akıllı telefonların bebeklerin hayatına girmesinin ortalama 5-8 yıl arasında olduğuna  karar verdik) Bu  çocukların  en büyüğü  şimdi 8 yaşlarında olmalı… Yani doğumdan itibaren ellerinde cep telefonu olanlar. Bir yaşında bir çocuğun annesini emerken çizgi film seyrettiğini gördüm ben.  Tabii ki felaket bu… Neden? Çünkü biliş ileri zihinsel süreçleri içerir. Psikomotor gelişimin ve zekanın önemli bir komponenti de doğaya ilişkin kapasitesidir.Yani yaşayan canlıları çevreyi ve doğayı dokunarak, görerek ve koklayarak tanıma, onları belli karakteristik özelliklerine göre sınıflandırma ve diğerlerinden ayırt etme yeteneğidir. Oysa şimdilerde  aya, güneşe, denize,vapura bakmayan çocuklar var.😢 Bunların mı çevre bilinci gelişecek? Bunlar mı daha güzel bir dünyayı düşünecek? Çok üzücü çok…
Tramvaydan inince doğru deniz kenarına gittim. Gözümü diktim denize. Dalgalar birbiri ardına kayaların üzerinde köpüklerini bırakarak parçalanırken martılar süzülüp süzülüp pikeye geçiyorlar ve tekrar yükseliyorlardı.Dalgaların hışırtısı ve güneşin kızıllığına karışmış alabildiğince mavi. Ayy, dedim kendi kendime, çok şükür ki denize, dalgalara, martılara bakmasını biliyorum.İçimde büyüttüğüm bu çocuk sevinciydi Arda gibilerde olmayacak olan.

Güneşe  Denize Ağaca Bakmayan Çocuklar… Bu dünyaya yabancı.  Tabii ki dünya da onlara yabancı olacak. 
                                                                                                                Feride Cihan Göktan
                                                                                                       Ağustos/ 2019


1 Ağustos 2019 Perşembe

Adem’in Sınavı


Adem’in Sınavı 
Bugün  1 ağustos  2019 … Bu yazı ybir foto/yazıdır.  Yani bugüne ait fotoların bir alt metnidir. Metnin başlığı  (Adem’in  sınavı)  yani öyle bir hayat sınavı filan değil sadece uzmanlık sınavı… Zaten başarılı olacağı ve geçeceği belli bir sınav. Kendisi zaten oldukça rahattır ve hiç sıkıntısı yoktur. Bu sıcakta sadece takım elbisesi ve özellikle ceketi /kravatından sıkılmıştır kanımca… Bence şortla bile gelebilirdi. O kadar sıcak yani. Ama biz hocaları özellikle Yüksel hoca sanki sınava kendi girecekmiş gibi pür düzgün takımı ve kravatı ile odaya girdiğinde bence klima bile şaşırdı. Bir anda sıcak üfledi içeriye. Neyse sevgili  Edım, her zamanki sakin ve zamanı yavaşlatmış duruşu ile sorulara akılcı cevaplar  verdi. Radyasyon nedir diye hepimizin hayatını kapsayan ama nerden başlayacağını bilemeyeceğimiz bir soru mesela… Balığa akvaryum nedir gibi bir soru… Ama  Adem valla bir tarafından girdi, ardından sorular havada uçuştu: STIR,Null  point; Fat/SAT, Saturasyon gibi … Bir bulut gibi odanın içinde gezindi durdu. Bir ara Serdar Hoca sormaktan kendisi yorulup “bir çay içelim” deyiverdi. Soru sorma kardeşim, iç çayını de mi?  Serdar Hoca sakinleşip çayını yudumlarken  hop bu sefer Yüksel Hoca Monte Carlo ve Ottowa kriterlerini  sormaz mı? Hepimiz bakakaldık. Gene en sakinimiz imtihan çocuğu. Bu kriterler üzerine  bir tartışma. Sesler yükseldi. Mine Hoca ve Yüksel  Hoca ve hatta Şebnem Hoca gergin.  Ay burası Monte  Carlo veya Ottowa değil, Manisa’dayız  Boş verin ya… Bakınız  Gülgün ve Gökhan hoca tatilden gelmenin rehaveti ve şaşkınlığı ile kıkırdayıp duruyorlar. Diğerleri gergin.
 Neyse klinik sorulara geçince ortam yine sakinleşti. Bu arada biz devamlı çay kahve… Edım  sakin sakin soruları cevaplıyor.  O ara Gülgün Hocası  filmini sordu ve  Adem,  kitle Rosenmuller fossayı  doldurmuş derken,  sağ yanına geçip bir de  fotoğrafını  çekti. Ademcim o fotoğrafa  bakarsan o sırada Rosen Müller fossadan bahsediyordun.
Ay,  Cihan Hoca da(yani ben)  en sonunda dayanamadı sordu ama öyle kolay bir  soru değil…  Sence Yapay zekâ bize ne yapacak diye.  Adem,  her zamanki gibi cevap verdi:
-Sıkıntı yok. Yapay zekâyı biz denetleyeceğiz. Bize bir şey yapamaz. Sıkıntı yok.
Bunu kayıtlara geçtik. Yapay Zeka geldiğinde göreceğiz artık ne olacağını…
            Onun ileride iyi bir radyolog olacağını konuştuk arkasından.  Ha bir de “Değerli “ isminde bir ineği varmış. Çiftlik Köyde ölmüş garibim. Olsun sıkıntı yok.
            Böylece güzel bir sınav daha geçti.  Bir meslektaşımız daha oldu. Gururla ve sevgiyle…
           Yolu açık olsun.
            NOT : Yazıda eksik olan ama tabii ki yazıda eksik olabilir ama asla unutulmayacak olan Songül Hanım'ın özenle hazırladığı kahvaltı ve sürekli çay /kahve servisiydi...Böğürtlen recelinde, aklım kaldı mesela.
                                                                                                                       Feride Cihan Göktan

28 Temmuz 2019 Pazar

bu hayat senin, iyi düşün kararını ver (!)


                             bu hayat senin,  iyi düşün kararını ver (!) 
Doğrudan konuya gireyim en iyisi. Oldukça acıtıcı ve düşündürücü çünkü.
Üniversitelere  yerleşme tercihleri başladı. Herkeste bir telaş,  İlk sekiz bine veya on bine girenler istedikleri yerlere girecekler. İmtihanın kendisi çok vahşi zaten. İmtihana giren sayısı 2.5 milyon.  Ancak 10 bini istediği yüksek puanlı yerlere yerleşecek. Üniversite yerleştirme sistemi hep böyledir, hep vahşidir. Artık bu durumu kanıksıyoruz. Bizler ve çocuklarımız hep bu cendereden geçtik ve gençler geçmeye devam ediyor.  Ama şimdiler de durum daha da vahim.  Bir giriş yapmayayım  olayı hemen anlatayım dedim ama giriş yapmadan olmuyor bu vahşi imtihan düzeninde. Diyeceğim  eskisi de böyleydi  yenisi daha da vahşi…
Geçen gün üniversite tercihini yapmaya yardımcı olabilir miyim ricası ile gelen bir genç kızı  anlatmak  istiyorum. İlk on bin içine girmiş. Puanı Hacettepe ve Ege Tıp  hariç diğerlerini  tutuyormuş. Yanında annesi ve babası. Mütevazi  bir aile. Kızları ile gurur duyuyorlar haliyle.  İlk on bin arasına girmiş. Kolay değil. Tıp fakültesini istiyorum ama hiç de güzel şeyler söylemiyorlar, diyor. Belli ki hedefine bu kadar yaklaşınca söylenenlerle irkilmiş. Annesi ve babası da gözümün içine bakıyorlar cesaret vermem için. Kız üzgün.  Bak diyorum,  sana ne işin var doktorlukta,  diyen arkadaş cerrahmış.  Çok haklı böyle söylemekle.  Cerrahi branşların işi çok zor. Sen başka bir bölüm seçersin kendine.
O sırada odamda tesadüfen bulunan iki kıdemli hekim belki de kızcağızın gerginliğini pek hissetmeden belki de ona gerçeği yalnızca gerçeği söylemek kararlılığı ile “yok kızım ne işin var, bu meslek öldü artık. Yapılacak bi şey değil” diyorlar. Lafı tekrar alıp, bak diyorum bu meslek zor. Ama sen belli ki çalışkansın. Senin başaramayacağın bir iş değil. Ama tabii ki mecburi hizmeti var. Uzman oluyorsun yine mecburi hizmeti var. Yan dal filan yaparsan yine mecburi hizmet. Yani uzun bir yol.  Ama doktor olmak iyidir. Saygın bir meslektir. Tesadüfen odamda olan  doktor arkadaşlar  bana şaşkın şaşkın  bakıyorlar “ya neresi saygın? Saygınlığı mı kaldı ?” diyor birisi. Hatta her gün dayak yiyiyorlar diyor diğeri. Kızcağız yutkunuyor. Annesi ve babasının yüzünde endişe. Ben ne diyeceğimi bilemiyorum.
-Ben araştırma yapmak istiyorum, diyor en temiz,  en içten,  en hevesli haliyle.
-Çok zor. Bu uzun yolu geçmen gerekir zaten sonra mecalin kalmaz diyorum. (bunu içimden söylüyorum tabii ki, daha çok kırmamak için )
Canım benim.  Bu konuşmalardan sonra,  aslında moleküler biyoloji de istiyorum,  ona da rahatlıkla girebilirim diyor. Oradan babası atlıyor;
- iyi de kızım iş garantisi yok.  Mezun olunca ne yapacaksın, doktor oldun mu aç kalmazsın en azından. 
-Yok diyorum, öyle demeyin. Moleküler  biyolog  oldu mu yurt dışına filan gider.
Babasının yüzünde bir hüzün dalgası. Annesi  nasıl olacak o kadar para nerde bizde der gibi bakıyor.
Ayağa kalkıyoruz ayrılacağız. “Güzelim, sen yüreğinin sesine bak.  Gerçekten nereyi istiyorsan oraya kaydını yaptır. Bu hayat senin” diyorum.
Son cümleyi söylediğimde,  çalışkan, akıllı ve bileğinin hakkıyla ilk sıralara girmiş narin güzel kız hıçkırıklara boğuluyor. Ona sarılıyorum. Ağlama lütfen diye. Ben de neredeyse ağlayacağım.
O kadar çalıştığı, bu vahşi imtihandan başarılı çıktığı halde, daha en başta, yolun  en başında  ne kadar endişeli ve mutsuz… Haklı da… Bir gence, bu hayat senin, diye seslenmek ne kadar inandırıcı sizce?   Ayrıca çok da hüzünlü,  bu ülkede. 
                                                                                                                                            
                                                                                                                 Feride Cihan Göktan 
                                                                                                                  2019/ temmuz 

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Bir Kaş Gecesi Rüyası


                                               
                                             
                                                          Bir Kaş Gecesi Rüyası



 Güzel bir rüyadan uyanmanın ferahlık hissi ile yüzünüze yayılan gülümseme sonrası “sadece bir rüyaymış” ile sonlanan o esrik farkındalık… İşte aynı duyguyu uyanıkken “bir Kaş yolculuğu” sonunda hissedebilirsiniz. Bu kısa yolculuğu sıcağı sıcağına  anlatmazsam detayları unuturum endişesi ile hemen yazma telaşı sardı beni.
Akdeniz’in o eşsiz mavisinin hemen yanı başında devam ederek  Kaş’a ulaşan o ince uzun yol. Denizin sonsuz mavisine gözlerinizle dalmışken,  bu dünyada deniz görmeyen insanların var olduğunu bilmenin hüznü de yüzünüzdeki sevince karışıyor ister istemez. Yolun sonunda Kaş ile karşılaşma.  Rengarenk begonvilleri ile sizi bekliyor. Kırmızı, turuncu, sarı beyaz begonviller. Bir coşku bulaşıyor önce. Sonra ışıklar gecenin ilerleyen saatlerinde. Sanki bütün dünyanın ışıkları buraya toplanmış. Denizin sakin çırpınışlarına karışan kahkaha sesleri ve yanık tenli beyaz şapkalı insanlar. Kaş, Akdeniz’in güzel çocuğu. Sağlıklı, neşeli ve dünyanın kötülüğüne hiç bulaşmamış, bir insanın en masum ve en genç çocuk yüzü gibi. Baktıkça sizi de çocuklaştıran.
Daha bitmedi tabii ki. Karşıda Meis Adası. Yunanistan’ın minik adalarından biri. Ön tarafı var arkası yok. Bütün hayat adanın önünde akıyor. Tekneler, lokantalar, evler, oteller, bütün şehir. Nüfusu kışın  dört yüzmüş. Şaka gibi. Bu küçücük yerleşim yeri oldukça turistik. Tekne ile muhteşem bir koy yolculuğu. Önce Mavi Mağara . En klasik anlatım ile bir cennet. Bütün vücudunuzla maviye karışırken suyun şakırdayarak parıldadığını görüyorsunuz. Kısacık bir zaman diliminde mağaraya giriyor ve çıkıyorsunuz. Bir rüyaya gelmişken başka bir rüya. Rüya içinde rüya yani.  Sonra AYA YORGİ koyunda deniz keyfi. Çeşme Aya Yorgi’si ile hiç bir benzerliği yok. Sakin, ferah ve makul fiyatlar. Muhteşem bir deniz. Muhteşem bir müzik. Daha ne olsun?
Geç vakit yarım saatlik bir yolculuk ile Kaş’a geri dönerken çok güzel bir gün geçirmenin keyfi zaten bütün yorgunluğunuzu alıyor. Oldukça dinamik bir şekilde dönüşte de  bu güzel ilçenin çılgın ışıklarına karışıp, meşhur dondurmalarının tadına bakıyorsunuz. 
Kaş, insana çok iyi geliyor. Türkiye'nin ve dünyanın bütün sıkıntılarını en azından iki gün için size unutturan bir yer burası. Akdeniz’in güzel çocuğu. Ama gerçeklere dönme vakti. Bir yandan bütün sevincimizi içimizde tutmaya çalışırken bir yandan da ayrılmak oldukça zor buradan. Üstelik gezilecek görülecek daha birçok yeri var.
 Bekle beni Kaş ve Kastellorizo. Tekrar geleceğim…
                                                                                                           
                                                                                        Feride Cihan Göktan
                                                                                                  Temmuz 2019
                                                                  

28 Haziran 2019 Cuma

Hasta olurken bize mi sordun?

Hasta olurken bize mi sordun?


Bu ülkede şiddet neden oluyor, neden Allah’ın her günü sağlık personeli tartaklanıyor, dövülüyor veya öldürülüyor? Neden biliyor musunuz: suskunluktan. Hiçbir şey söyleyememekten. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmaktan. Herkesin başını kuma gömmesinden.  Her zaman söylerim bir yerde sessizlik  suskunluk var ve hiçbir şeye itiraz yoksa bu durum aslında içinde korkunç bir tepkiyi ve şiddeti barındırır. Patlar. Bu ülkede en kolay dövülecek insan grubu doktorlar. Savunmasız. Ağzını burnunu kır, al intikamını… Rahatla… Reformlarla gelen sağlıkta dönüşüm hizmetlerinin hemen her gün şiddete dönüşmesi bu sistemde o kadar olası ki. Hiçbir hakkını arayamayan, derdini anlatamayan, hep kurallara uymuş suskun bir toplumun fertleri bıçak kemiğe dayandığında haliyle şiddet üretecek. Ne yapsın. O zannediyor ki doktor suçlu.  Hemşire ilgilenmiyor. Sekreter işini yapmıyor. Hey yavrum hey… Doktorun ne suçu var? Sen olayları görmüyorsan, neden böyle diye sormuyorsan o ne yapsın tek başına?








Bütün bunları neden yazıyorum? Dün gece bir arkadaşımın başına gelenlerden sonra… Ya olacak iş değil.  Nefes darlığı nedeni ile özel bir hastanenin aciline başvurmuş 37 yaşında genç bir adama  Pulmoner Emboli (akciğere pıhtı atılması) ön tanısı konuyor (bu arada belki de enfarktüs de egeçiriyor olabilir) ve bu hastayı yolluyorlar. Nereye? Hasta nereyi istiyorsa gitsin diyerek. Kulaklarıma inanamadım duyunca.  “yani doktor bey diyorum, siz ciddi misiniz, bu hastayı hastaneden kovalamakla?” öyle ya… bu “çok ciddi” ön tanıyı yazmışsın ve sonra istediğin yere git diyorsun saat gecenin 12 si… Telefonda bana kem küm ediyor. Doktor Bey ne yapsın, sistem böyle. Onun elinde bir şey yok. Çünkü acil gelen güvencesiz hastayı alıp parasız tedavi etmek zorunda. Para isteyemez. Kanun böyle. İnsanlar para teklif etse bile alamaz çünkü sonra şikâyet olabilir. Bu nedenlerle hastayı hiç kendisine gelmemiş gibi kovuyor hastaneden. “git ne halin varsa gör. Hasta olurken bize mi sordun?” Bu da bir politikadır. Hatta ölebilirsin de…
Devlet ve üniversite hastanelerinde de yatak yok. Öyle pat diye gidemezsin. Mesela İzmir Karşıyaka’dasın.  Acilen en yakın Karşıyaka Devlet Hastanesi’ne veya Ege üniversitesi Hastanesi’ne ulaştın diyelim. Acilde kalırsın. Çünkü yatak yok. Bütün yataklar dolu.  Hadi bakalım Afyon’a veya Balıkesir’e... Sabaha kadar 112 ile dön dur. Hasta olurken bize mi sordun politikası, burada da geçerli. Hatta ölebilirsin de.
Hey yavrum hey… Doktora neden saldırıyorsun? Düşün neden böyle oluyor diye, sorgula, konuş, derdini anlat… Doktorun suçu ne? O sistem ne diyorsa onu yapıyor. O da suskun. O da öfkeli.
Eğer tartışılmaz, konuşulmaz ve eksik gedik nerede diye anlamaya çalışılmazsa sağlıkta değişim ve dönüşüm ne yazık ki iyiye ve güzele olmayacak.  Acile giden eceline gidecek.
 Ya da en iyisi hiç hasta olmamak. Başka çare yok.

                                                                                                    Feride Cihan Göktan

Not.  Kafamda bu düşüncelerle eve gelirken sokağın başında apartman komşuma rastladım. Köşedeki veterinere muhabbet kuşunu “acilen” getirmiş bacağı kırıldığı için. Hemen tedavi etmişler. Komşum sevinçli. Küçücük sarı yeşil muhabbet kuşunun ne kadar da şanslı olduğunu düşünüyorum. Yüzümde hüzün.

8 Haziran 2019 Cumartesi

Bir Ağrı'dır Yaşamak / Ön sözünden ...


Bir Ağrıdır Yaşamak. (ön sözünden bir bölüm)
            İşte hayat, bu sonsuz yolculukların ve sayısız karşılaşmaların iç içe geçmiş,  en kısasının  ve en uzunun  bile sonunda buluştuğu ve bütün bir sonsuzluğun içinde parçalanıp  ama hiç bir zaman yok olmadığı  muhteşem bir maceradır.Aslında her yaşanmışlık evrenin sonsuzluğunda  bir yerlerde  asılı olarak vardır. Evren bu yüzden büyüktür zaten.Tıka basa yaşanmışlık dolu ve sonsuz kadar büyük.
Elinizde tuttuğunuz bu  kitap  iç içe girmiş küçük küçük yolculukların öyküsü...Bu evrenin sonsuzluğunda diğerleri gibi 
parçalanacaklar  ama asla kaybolmayacaklar. Tıpkı geçmiş diğerleri ya da gelecek daha  henüz  yaşanmamış sayısız yolculuklar  gibi. Hep birbirlerinden etkilenerek, eklenerek veya eksilerek sonsuza kadar devam edip gidecek hiç yok olmamacasına...
Bu kurgulanmış öyküyü anlatmaya başlamadan önce kendi kişisel yolculuğumda yoluma çıktığına minnettar olduğum kişilerden birine hemen burada özellikle sırası gelmişken teşekkür etmek istiyorum.
      Reddedilmenin utancını hissetmemek için ismimi değiştirerek yolladığım ilk yazımı ve sonrasında artık gerçek ismimle yine de ürkerek yolladığım diğerlerini beni ismen, cismen hiç bir şekilde tanımadan yayımlayarak ve böylece yazma serüvenine iterek cesaretlendiren Radikal2 eski editörü Nilgün Toptaş'a... Nilgün Hanım iyi ki yoluma çıktınız ya da bilemiyorum  zaten oradaydınız.  Hayatıma kattığınız renkten dolayı size minnettarım.
                                                                                                Feride Cihan Göktan



4 Haziran 2019 Salı

o eski bayramlar


   


-Nerede o eski bayramlar?
-E sen de çok eskidin, eskiyen bayram değil ki.
 Sensin.
-O zaman çocukluğumu geri getir bana.
 İçine bir de bayram koy.
 Ama balon istemiyorum,
 Uçup gitmesin😪
                                        fe. ci 

17 Mart 2019 Pazar

BİR FOTOĞRAF ÜZERİNE (fotoyu buraya koymadan)


BİR FOTOĞRAF ÜZERİNE (fotoyu buraya koymadan)
Şimdi buradan bir şey tartışmak istiyorum.  Maksadım sosyal medyadaki siz arkadaşlarımla bir konu hakkında konuşmak. Biliyorum ki aranızda fotoğrafçılar ve hatta gazeteciler var.  Konu şu fotoğraf meselesi. Artık her an hemen ulaşabildiğimiz,  anında cebimizden çıkardığımız telefonla şipşak fotoğrafladığımız insan görüntüleri.   Artık görsellik çağında yaşıyoruz ya. İyi de nereye kadar? Geçen gün bir fotoğraf ile karşılaştım. Fotoğrafı buraya koymayacağım. İsteyen açar bakar zaten görmüşsünüzdür…  Fotoğrafta DEMET AKBAĞ’ın eşinin cenazesindeki iyice yakından çekilmiş yüzü var. (Artık biliyorsunuz çok yakından çekmeseniz bile o görüntüyü istediğiniz kadar büyütebiliyorsunuz)  Perişan bir yüz. Acıdan lime lime olmuş.  Her santimetrekaresinden gözyaşı fışkırıyor. Sevdiği bir insanı şanssız bir kaza sonucunda kaybetmenin acısını çok içeriden yaşayan bir kadın yüzü.  Makyajsız, en doğal hali ile ve ağlamaktan renksiz resimde bile morarmış gözaltlarını görüyor gibi oluyorsunuz.  Demet Akbağ’ın çok özel ve bence çok mahrem bir anı. Bu kadar yakından çekilmiş bir fotoğraf ile kişinin çok özeline girmiyor musunuz? Bu fotoğraf her yerlerde paylaşıldı   Face,instagram,tweeterda ..Bütün dünyaya…
Bir insanın çevresinde rakamsal olarak ölçülen alanlar iletişim/Kapsama alanları vardır biliyorsunuz.  Kendi bedeniniz ile 50 cm. arası sadece bize aittir. Özel alanımızdır yani. Daha sonra sırası ile kişisel alan, sosyal alan ve genel alan gelir. Sosyal alan 1.20’den başlar. Zannedersem özellikle insan fotoğrafları çekme ve sosyal medyada yayınlama üzerine daha düşünceli daha duyarlı olmalı ve belki de bu konuda etik kurallar geliştirmeliyiz (belki vardır da ben bilmiyor olabilirim)
Tekrar o acı dolu yüz fotoğrafına dönersek,  böyle bir mahrem anın fotoğraflanması ve vurguluyorum ki bu kadar yakından çekilip sosyal medyada sergilenmesi bence hiç uygun değil.  Hatta keyifli sevinçli anların bile fotoğraflanması bu kadar yakından mutlaka haberdar edilerek veya en azından izin istenerek diğer kişilere gösterilebilinir. Özel alan diye bir şey var arkadaşlar! İnsanın görüntülenmesinin de bir özel alanı olmalı. 
Fotosunu çektiğimiz kişinin meşhur bir insan olması veya olmaması da fark etmez.   Aslında bence bu fotoyu kim çektiyse ve daha da önemlisi kim yayınlamışsa ceza görmeli.  Tamam,  gazetecisin, çekeceksin o fotoğrafı. Görevin. Hepsine tamam.  İyi de o kadar yakın çekime, habersiz  ve izin almadan  ne gerek var. Acısını mı hafifletiyorsun? Ne yapıyorsun?
Bilemiyorum ne düşünüyorsunuz?
                                                                                                            Feride Cihan  Göktan



13 Mart 2019 Çarşamba

O çocuklardan bazıları doktor oldular!





   Aşağıda okuyacağınız yazıyı 2013 14 mart'ında Birgün  Gazetesine yazmışım. Şöyle demişim, yakında cerrah, kadın doğumcu bulamayacaksınız. Hatta doktorsuz kalacaksınız. Yıl 2019 artık  cerrahi, kadın doğum gibi büyük branşlar seçilmiyor. Bu gerçek oldu. Şimdi sıra doktorsuz kalmakta. Neden insanlar bu zor işi bu zor şartlar altında yapsınlar ki? 2013 yılında emekli doktor maaşları çok düşükmüş yazımda belirttiğime göre. Şimdi biraz düzeldi diye biliyorum.(emekli doktor arkadaşlara sormalı )  Sonuçta 2013'ten 2018'e pek bir şey değişmemiş. Hatta doktorlar daha da mutsuz. Hastalar mutlu olabilir mi sizce? 
evet, 14.3.2013 tarihli BİRGÜN Gazetesi yazısı aşağıda. 



                                     O çocuklardan bazıları doktor oldular! 

“Büyüyünce ne olacaksın?”
“Doktor…”
Bir çocuğun gözündeki en masum bakışlarıyla ve daha ötesi öğrenilmemiş en safiyane   söylediği  meslek seçimi…  Bilinçsiz bir önseziyle insan olmanın, insanca yaşamanın ve yaşatmanın arzusunu yansıtır bu istek. Doktor olacak, insanoğlunun yaşam mücadelesinde yardım edecek,  hastalıklarına çare bulacak, ölümle yaşam arasındaki o çizgide hep hayata dair bir şeyler yapacaktır.  
Çocuklar hayal ederler, parçalanmamış, kirlenmemiş, gerçeğin o kavurucu sıcağına maruz kalmamış uzun upuzun hayalleri vardır hep. En içten ve en insanca…
Eminim şimdi bu yazıyı okuyanların çoğunun çocukluk düşlerinden birisiydi doktor olmak; mutlaka hepiniz doktorculuk oynamışsınızdır. Bu arzusunu gerçekleştirenlerin, şimdilerde ona -hayallerinin peşinden koşanlar- diyorlar, çok mutlu olmaları gerekmez mi? Kolay mı adına üniversiteye giriş sınavı denilen kıyma biçme makinesinden en yüksek puanları almış ve tek parça olarak çıkmış diğer eğitimlere nazaran en uzun ve en zorlusunu tamamlamış, çiçeği burnunda bir doktor olmuştur. Kolay değil! Tıp fakültesi mezuniyetlerinde yeni hekimlerin hayal dolu mutlu kahkahalarına, bu ülkede halen hekimlik yapanların hüzünlü bakışları, hatta bazen zaptedemedkleri gözyaşları karışır hep. Bu nedenle tıp fakültelerinin mezuniyetlerinde tuhaf bir burukluk vardır. Gençler ve onlarla ne kadar övünseler az olan aileleri bile ne olduğunu pek anlayamadan asla istedikleri gibi eğlenemezler törenlerinde. Artık yıllardır hayal ettikleri, dünyanın en eski kutsal mesleğinin sahibi olmuşlardır. Ama sakın şaşırmayın lütfen, altı yıllık uzun eğitimleri sonrası mezun olmuş ama diplomalarını alamamışlardır! Hiçbir fakülteye uygulanmayan diploma yasağı tıp fakültesi mezunlarına uygulanır. Doktordurlar ama diplomalarını alamazlar. Alamazlar çünkü mecburi hizmetleri var! Diploma sonra  verilecek.  Bilinmezlerle dolu, gidip de dönmemenin de olduğu, mesleksel zorluklarını puanlama yöntemiyle başarmaya çalışan bu gençler hazırlıksız yakalandıkları bir savaş gibi mücadeleye başlamışlardır şimdi. Bazıları en başlarda telef olur tabii ki, apansız terk ederler bu mesleği. Devam edenler çocukluk hayallerinin kirlendiğini hissetmeye başlarlar yavaştan. Sabahlara kadar süren acil nöbetleri sırasında yorgun vücutları öfkeli hastalarca tartaklanır bazen. Seksen beşinci hastadır, sırası gelmiştir ama doktor sedyede acil gelen bir hastanın peşinden ameliyathaneye çıkmıştır. Ha bir de SABİM var! “Hemen şikayet et. Doktor sana bakmadı mı? Seksen hasta bakan doksan da bakar.  Seninle nasıl ilgilenmez! Nasıl yorulurmuş? Git hemen şikâyet et!”
Öfkeli küfürbaz hatta döven öldüren hastalar ve yorgun, ağlamaklı mutsuz hem de çok mutsuz doktorlar… Hasta doktor arasında olması gereken saygı ve sevginin yerini adına performans dediğimiz ölçüp biçilebilen öfkeye şiddete dönüşebilen bir puanlama şekli almış durumda. Doktor ne kadar çok hasta bakarsa, ne kadar çok ameliyat yaparsa, ne kadar çok tetkik yaparsa o kadar para kazanacak. Nasıl baktığı neye baktığı, ne yaptığı önemli değil tek önemli şey var: kaç tane yaptığı? Kocaman çocukluk hayalleriyle başlayan bu serüvenin, o dünyanın en kutsal mesleğinin geldiği nokta şimdilerde işte budur: kaç tane ve ne kadar?  Bir yandan da şikâyet edilecek baskısı. Mahkeme koridorları. Tam bir cendere… Çocukluk hayalleri artık paramparça olmuştur. Şimdi anlıyor mezuniyet törenlerinde kahkahalara karışan o tuhaf sessizliği.
          Bu kadar zorluk, bu kadar sevgisizlik, bu kadar rakamlara sıkıştırılmışlık olduğu halde insanlar hala bu işi yapıyorlar mı? Bu kadar olumsuzluğa rağmen devam ediyorlar mı, hatta bu doktorlar aptal mı diye sorabilirsiniz haklı olarak. Tabi ki değiller. Türkiye’nin en çalışkan, en akıllı çocukları bu mesleğe âşık olabilirler ama asla aptal değiller. Kendilerince önlemlerini alıyorlar tabii ki:  Türkiye’de doktorluğu belki hemen aniden bırakmıyorlar ama yavaş yavaş bırakıyorlar. Hekimlik bu gidişle çok yakında ne yazık ki bitiyor! Nasıl mı? Biliyorum olamaz diyorsunuz içinizden. 2013, 2012 giderek üç beş yıl öncesine kadar tıpta uzmanlık sınavı denilen TUS sonuçlarına bir bakın. Son yıllarda istenilen uzmanlık dalları içerisinde cerrahi yok, kadın doğum yok, dâhiliye yok, çocuk hastalıkları yok, beyin cerrahisi yok… Bir zamanların en gözde, tıbbın en meşakkatli dolayısıyla hasta için en olmazsa olmazlarını bir diğer deyişle hastaya dokunan belki de en gerçek doktorluğu artık hekimler tercih etmiyorlar. Dâhiliye, çocuk, kadın doğum, cerrahi gibi ana branşlar tercih listelerinin en son sıralarında. Çaresizlikten ve hiç istenmeden yapılıyor. Yakında belki de hiç kimse yapmayacak.  Çünkü onlar aptal değiller! Mezuniyetinde diplomanı bile alama! Sabahlara kadar acil nöbeti tut! Hiçbir gelecek vaat edilmeden en ücra yerlere hem mezuniyet sonrası hem uzmanlık sonrası mecburen git! Hiç olmadık saatlerde kanamalı bir hastan için çağrıl! Bir çocuğun ateşini düşürmek için kendi ateşli çocuğunu evde bırak hastaneye git! Ondan sonra da sana hep kaç tane yaptın, ne kadar yaptın diye sorsunlar ve yıllarca böyle çalışıp emekli olduğunda da eline 1800TL aylık versinler! Düşünebiliyor musunuz? 1800 TL. Şaka gibi. Aslında gerçek bir dram tabii ki…  Türkiye’de doktorluk bitiyor!
Evet, en yeni teknolojiyle en gelişmiş cihazlara sahip donanımlı beş yıldızlı otel kıvamında hastanelerimiz olabilir, bütün tetkikleriniz çabucak yapılabilir, bedeninizin en ücra köşelerini çok kesitli cihazlar veya endoskoplar gösterebilir ama size dokunacak, kanamanızı durduracak, tıkanmış bağırsaklarınızı açacak, yoğun bakımlarda yaşam ölüm mücadelesi verirken sabahlara kadar sizinle birlikte mücadele verecek doktorlar olmayacak artık!
          14 mart Tıp  Bayramı kutlu olsun…

                                                                                                Feride Cihan Göktan
                                                                                              cigoktan@hotmail.com
                                                                                                   mart /2013


       O çocuklardan bazıları doktor oldular! /Olmuştular! /Artık Olmuyorlar!  mart /2019 



6 Mart 2019 Çarşamba

8 Mart Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun.












Bir Ağrıdır Yaşamak
Yayın Tarihi 2019-02-02ISBN6052250839Baskı Sayısı1.
BaskıDilTÜRKÇE
Sayfa Sayısı112
Cilt TipiKarton
Yayınevi:Sola  Yayınları

26 Şubat 2019 Salı

ARA GÜLER/ AĞRI DAĞI/ BİR AĞRI'DIR YAŞAMAK


                                                                 Ara Güler- Ağrı Dağı 

Aynı filmlerdeki gibi geniş kurak araziye "ev" diye düz kibrit kutularını yatık koli şeklinde dizmişler. Yoksulluk gözlerini olanca büyüklüğü ile açmış bize dimdik doğrudan bakıyor gibi. Bu duyguyu hiç bu kadar yakından hissetmemiştim.(kitaptan) #BirAğrıdırYaşamak 


not. Bugün de  Alakarga Dergisinde yayınlanan  bu foto karşıma çıktı.  Kitap çok şanslı.

Alakarga Dergisi adresleri de aşağıda.
https://www.facebook.com/groups/262502064134207/
alakarga1030@gmail.com
file:///C:/Users/User/Desktop/ALAKARGA-1815.pdf
Alakarga Dergisi'ne teşekkürlerimle....